Seyit
Ali Ak'la Söyleşi
Fotoğrafla ilginiz lise
yıllarına değin uzanıyor. Dilerseniz önce bu başlama / ilgi serüveninizi
konuşalım.
Okuduğum Taksim’deki Atatürk Erkek Lisesi
o yıllarda mesleki yaşamlarının sonuna gelmiş deneyimli öğretmenlerin
toplandığı bir yerdi. Bunların başında Rauf Mutluay, Vedat Günyol,
Bertan Onaran gibi isimler vardı. Entellektüel çevrenin hareketli
bir sosyal yaşamın ortasında yetişiyordum. Görünmez zincirlerimi
koparma yolunun sanattan geçtiğini sezdim. Edebiyata, sinemaya,
tiyatroya ilgi duyuyordum. Sanat yolculuğuna dünya ve Türk klasiklerini
okuyarak başladım. Beni alıp hiç tatmadığım duyguların dünyasına
götürüyorlardı. Bazen bir filmin etkisinden kurtulamayarak yağmur
altında uzun uzun Beyoğlu sokaklarında, Kabataş sahilinde yürüyordum.
Bugünlerde fotoğrafla tanıştım. Durağan, siyah-beyaz, bir karede
başlayan biten, düşündükçe çoğalan, her bakışta yeni okuması olan
görselliğin büyüsüne kapıldım. İlkel makinalar, tuvalette salata
tabaklarında film yıkamalar, dostluklar, bitmeyen İstanbul fotoğrafları
serüveni. Son kitabımın kapağında yer alan alaminütçü fotoğrafı
o yılların ürünüdür.
Bu ilginizin bir işe/mesleği dönüşmesi
nasıl oldu?
Lise son sınıfta okurken (1967-1968) babam
öldü. Bir yandan babamın işini sürdürmeye bir yandan da entellektüel
dünyayla bağlarımı koparmamaya çalışıyordum. Yaşamımın geri kalan
bölümünde bundan başka denize yelken açamazmışım gibi geliyordu.
Askerde kendimi fotoğrafçı olarak tanıttım. Tezkere aldıktan sonra
karanlık oda kalfası olarak kendime iş aradım. Tam iş bulmuştum
annem “Ben sana sular idaresinde memuriyet ayarladım. Ya bu işe
gir ya da kendine doğru dürüst bir iş bul” dedi. Fotoğrafçılığa “devam”
dedim. Renkli fotoğrafçılığa geçene değin piyasadan önemli dersler
aldım. Yanlarında çalıştığım insanlar eski ustalardı.
Peki fotoğrafı bir sanat olarak benimseme;
bu yöndeki çalışmaları değerlendirme çabanız hangi süreçte oluştu?
Öğrencilik yıllarında benliğime işleyen
sanat duygusuyla fotoğraf pratiğinin kaynaşması çektiğim işlerin
kendimi ve çevremi anlatan özgün bir dile dönüşmesi yolunu açtı.
İlk gençlik yıllarında fotoğraf sanatına duyduğum ilgi yoğunlaştı.
Bu konuda sıkıntılarım vardı. Beni destekleyecek çevrem yoktu.
Yalnızdım.
1970’li yıllarda fotoğraf sanatıyla
ilginiz yoğunlaşır. Sergilerin yanı sıra, tarihçeyle ilgili yayınlara
da yöneliyorsunuz. Önce sergilerinizden söz edelim. Ne tür sergilerdi
bunlar?
İlk sergim “Türkçe Fotoğraf Yayınları “
sergisiydi (1977). Bu sergiye yalnızlığımın ilk sergisi diyebiliriz.
Piyasada ne kadar yayınlanmış Türkçe Fotoğraf kitabı, dergisi
varsa topladım. Hızımı alamadım, 1839-1928 döneminde eski yazı
olarak çıkmış olanları da topladım. Derlediğim kitaplardan oluşan
sergiyi Nişantaşı Rumeli Caddesi üzerindeki bir banka galerisinde
asarken yanıma gelen bayan memur “Heyecanlı çalışmanızı uzaktan
izliyorum. Size bu işi yapmanız için bir para veren mi var?.”
diye, sordu. O benim hangi yolun yolcusu olduğumu anlamakta zorlanıyordu.
Ardından kitap derleme çalışmasını kendi olanağımla yayınladığım
bir kataloğa bağladım. O zamanki Harbiye İngiliz Kültür Derneği
salonunda açtığım Osmanlı Dönemi Fotoğraf koleksiyonu sergisi
(1982) aynı yaşantının uzantısında bir sergiydi.
Fotoğraf çekme ilgisi insanlarla paylaşma
düşüncesiyle birleşince sergiler doğuyor. Konulu çalışmayı seviyordum.
Harbiye’de gezinirken oyuncak mağazasında çocuklara gösteri yapan
bir palyaço çifte rastladım. Aslında tiyatro oyuncusuydular. Onlarla
anlaşarak uzun zaman günlük yaşamın akışı içinde fotoğraflarını
çektim. Hoş bir sergi çıktı ortaya. İlk göz ağrım otomobillerdi.
60’lı 70’li yılların ağırbaşlı, parlak , şişman kadınsı çizgilere
sahip arabaları seviyordum. Onları çektim. Odağında doğrudan,
insan olan çalışmalar yaptım. Bir yandan da çok yıllar önce eteğimi
kaptırdığım yazın çarkı dönüyor ve beni ufak ufak dişilileri arasına
alıyordu.
Fotoğraf sanatının tarihçesini ele alan,
bir tür fotoğrafın belleğini ortaya çıkaran araştırmalar, incelemeler
yaptınız. Bunlar ardı ardına kitaplaştı. Sizi yazıyla, tarihçeyle
buluşturan duygu neydi.?
Fotoğraf yazın ve araştırma alanında büyük
bir boşluk vardı. Bu boşluğun uçurumunda bir dal olabilir miyim?
Diye düşündüm. Yaygın düşünceye göre “Fotoğrafı nasıl olsa herkes
çekiyordu.” İşin aslı öyle değildi. Herkes çekemiyordu. Dünya
görüşü, kişilik,farkındalık, bilek, yürek, gerekiyordu. Yazın
ve fotoğraf özünde farklı dünya değildi; bu kez, kendimi kitap,
dergi, gazete sayfalarında dillendirme örgüsünün sarıcı sıcak
etkisine kaptırdım.
Yaşam geçmişi, bugünü ve gelecek tasarımıyla
bir bütün. Tarihi bugünden ayıramazsınız. Bu bütünlük duygusunu
yaşalamadıkça “varım” demek güçtür.
Bu süreçte renkli fotoğrafçılığı bırakıp,
başka bir alanda çalışıyorsunuz. Kopuş demeyelim de, bırakış nedendi?
Bazen siz degil, iş sizi bırakır. Açtığım
renkli fotoğraf laboratuvarı ticari olmaktan çıkmıştı. Hammaddesi
dövizle giren, Türk parasıyla satılan ürünün yarattığı sorunlar
eskiden de vardı. Bazı şeyleri yaşayarak bile öğrenmekte zorlanıyoruz.
Her yanlış yeniden doğuş olsun, bırakışlar buluşları kovalasın
istiyorum. Kültür ve iş dünyasını birlikte götürüyorsanız özveriye
dayalı emek yoğun bir yaşantınız var demektir. Kendinize olanaklarınız
el verdiği ölçüde uygun bir iş bulmak zorundasınız.
Belleğin kaydedici yanıyla tesbit/tanıklık
sizin için önemli. Burada, fotoğraf sanatına bakışta aldığımız
yolu da yakından gözlediniz. Bunu kavrayıcı olan süreçten ve çalışmalardan
söz eder misiniz?
Kısaca, sözlerinizden fotoğraf sanatında
ne kadar yol aldık? Sorusunu anlıyorum.
Cumhuriyetin ilk yıllarında halkçılığa, bilime, eğitime, çağdaşlaşmaya
önem veren bir yaşam programı vardı. Aradan 78 yıl geçti. “Sanat
insanın derdini etkili bir biçimde anlatım arayışıdır.” dersek,
kendimizi fotoğraf aracılığıyla anlatma istek ve bilincinin ne
kadar geliştiğine bakmak gerekir.
Fotoğrafta yüzyılın başlarında “rastlantısallığı
aşan bilinç düzeyi”ni yakalama uğraşı veren çok sınırlı sayıda
insan vardır. 1960 sınırına değin ölçülü, saf duygu ve fotoğraf
heyecanı taşıyan küçük değerli bir kadro yetişmiştir. Daha sonraki
yıllarda toplumsal ve teknik değişimi dilin bükümünü, düşünce
ve duygularının yoğuruluşunu etkileşmiştir. Ustalar yetişmiş,
gençlerin ilgi yoğunluğunda bir koyulma gözlenmiştir. Bu konuyu
kitapta şöyle dile getirmiştim;
Ülkemizde son yıllarda öz ve biçim açısından
değişik duyarlılıkta bir fotoğraf kadrosu yetişmiştir. Sorunlarıyla
başbaşa yaşarken sürekli kendini aşma savaşı veren bu insanların
fotoğrafa olan ilgilerini canlı tutan iki şey vardır. Biri özel
bir dile sahip olma isteği, diğeri ise yaratma heyecanıdır. (s.313)
Bana göre “gelişme” birkaç “usta”nın yetişmesi,
adını kültür tarihine yazdırması değil, sanat dallarının geniş
halk kitlesine mal olması, genlerine işlemesi bir yaşam sıradanı durumuna
gelmesidir.
Fotoğrafın Gölgesinde (1998) yer alan
deneme-günlüklerinize dönelim istiyorum. Bu adın metaforik anlamlarını
devşiren bir boyut var her bir yazdığınızda. Sizi böylesi bir
boyutta yazmaya yönelten duygu neydi?
“Deneme günlük” beni dünyanın duvarına
çivileyen bir yazın uğraşı. Onda kendimi yeniden yaratıyorum.
Yazarken öğreniyorum, düşünüyor, taşları yerine oturtuyor, eteğimdekilerini
döküyor, sevinç duyuyor, ayrıştırıyor,yeniden görüşüme göre birleştiriyor,
bir dünya kuruyorum. Dille, kendimle, gerçeklikle düşlerle oynuyorum.
“Deneme-günlük” şenliktir. Şenlik duygusunun sonsuzluk denizine
koşulsuz yelken basmaktır.
Sizi fotoğrafta ve yazıda buluşturan
giderek de bir yaşama biçimine dönüştürenin ne olduğunu sormak
istiyorum...
Fotoğraf ve yazı sarmalında zengileşme
arayışı denilebilir buna. Değişik damarlarda yaşayan “duyuş” biçimlerinin
bilişiminden doğan bir bakış ve biçimleniş. Görme ve yazma disiplinini
aynı potada eriterek bir yaşam sinerjisi elde etmeye uğraşıyorum.
* yenisayfa.com'da söyleşi (Ekim 2001)
Söyleşi
Seyit Ali Ak
Sanatın Büyüsü
Hacer Yılmaz
Uzun yıllar fotoğraf ile ilgili işlerde çalıştınız.
Bir fotoğraf stüdyonuz da vardı. 1979 yılından sonra
bambaşka bir işte (Soğutma iş kolu yan sanayii) çalıştınız. Bu
geçiş nasıl ve neden oldu?
Yaşam sürecini merdiven grafiğini göz önüne getirerek bir
ölçüde açıklayabiliriz. İnişler, çıkışlar, duruşlar belirler yaşamın
zaman dilimlerini. Aslolan anlamlı, doyumlu ve sağlıklı yaşamdır.
Bunun tek sözcükle karşılığı “Kalite”dir. İnsan sağlıktan, kültüre,
düşünceye, duyguya, çevreye ve ekonomik altyapıya değin uzanan
göstergelerin dengeler bütünüdür. Yaşama tutunmak istiyorsak her
dönemde bilinçli ya bilinçsiz söz konusu dengenin arayışı içinde
oluruz.
Tek dayanağı kendi olan bir esnaf çocuğu olarak yaşama atıldım. Askerlik
dönüşü eğilim ve birikimlerim doğrultusunda iş seçimim “fotoğrafçılık”
tan yana oldu. İki yıl kadar İstanbul’un eski ve ünlü iki stüdyosunda
karanlık odacılık yaptım. Bu ilk iş basamağıydı. Ardından 1973-1978
yıllarında renkli fotoğraf laboratuvarında teknisyen olarak çalıştım.
Sonunda, burada her açıdan tırmanacak yer kalmadı. İşveren “Aylığını
daha fazla yükseltemeyeceğim. Sana
bir işyeri açalım. Makine ve ilk malzemen benden”
dedi. Kurduğum laboratuvar fazla yürümedi. Palazlanmaya vakit
bulamadan sermayesizlik ve rekabet zorlamaya başladı; ülkede döviz
dar boğazı vardı. Birim satış fiyatını yükseltemiyor, buna karşın
harcadığım malzemeyi de kazandığım parayla yerine koyamıyordum.
Bu sırada benimle aynı koşullardan gelen, dişçi makinaları teknisyenliği
yapan kardeşim küçük bir atölye kurmaya çalışıyordu. Birlikte
çalışma teklifi yaptı. Zamanlama çok iyiydi. Sıfırdan başlayarak
yıllarca ayakta kalma savaşı verdik. Zamanla iş konuları değişti.
Ve 20 yıldır kardeşimle el ele aynı yolun yolcusuyuz.
Profesyonel olarak fotoğrafçılıktan para kazanmakla başka bir daldan para
kazanmaya çalışmak arasında fazla bir fark yok. Kültürel alanda
yapmak istediklerinizi gerçekleştirmek için sağlam ekonomik alt
yapıya, zamana ve zemine (sosyal yaşama) sahip olmanız gerekiyor.
1980’li yıllarda sergiler açtınız “Sanatçı portreleri” ve “Ustalar”
isimli sergiler bunlardan bazılarıydı. O yılları biraz konuşalım
mı?
İlk sergim, 1977’de 100 yıllık bir dönemi kapsayan “Türkçe Fotoğraf Yayınları”
sergisidir. Bu bağlamda 1982’de “Osmanlı Dönemi Fotoğraf Koleksiyonu”
mu, 1986’da “Fotoğraf Sergisi Afişleri” koleksiyonumu sergiledim.
1980’den başlayarak “Otomobiller”, “Palyaço” ve “Sanatçı Portreleri”
gibi konulu sergiler açtım. İFSAK fotoğraf günleri programı çerçevesinde
“Ustalardan” sergi dizisi aralıksız 11 yıl sürdü. Sonunda bu çalışma
da belli bir doygunluğa ulaştı. Sergiler “Buğulu cam üzerine yazı”
olmasın düşüncesiyle 1995’te “Ustaların Fotoğraflarını Sergilerken”
adlı toplu albümü çıkardım. Albüm, her yılın sergisini yansıtan
daha önce çeşitli yayın organlarında yayınlanmış yazı ve fotoğraflardan
oluşuyordu. Şu anda tükenmiş bulunan söz konusu albümün giriş
yazısında İFSAK’la olan ilişkimi ve derlemenin bakış açısını kalın
çizgileriyle şöyle vurgulamıştım.
İFSAK’a üyelik kararım 22 Nisan 1977 tarihinde alınmıştır.
Bu, on yedi yılı askın bir beraberlik demektir. İFSAK’ı, fotoğraf
dili çevresinde oluşan bir gönül birliği olarak algılıyorum. Aradan
geçen zaman içinde el ele vererek değiştik. Yönetime girdim. İFSAK
çatısı altında zaman zaman heyecanladık, üzüldük, kırıldık, sevindik,
coşkular yaşadık. Kavgalarımız oldu. Ne var ki, hiçbir zaman ne
İFSAK bizi dışladı, ne de biz İFSAK’ı bıraktık. Çünkü, ilişkilere
saygı ve hoşgörü birlikte eğemendi. İçimizden “düşle düşünce uyumunun”
bilincine varan amatörler çıktı. Unutamayacağımız işler ortaya
koyarak kişiliklerini belleklere kazıdılar. Kimi, başarılarından
aldıkları cesaretle yaşamlarının ortasında makas değiştirerek
geçimlerini fotoğraf yolunda kazanmaya başladılar. Gazete, dergi
ya da tanıtım fotoğrafçısı olmayı yeğlediler. Onlarla kıvanç duyduk.
Ben, bu arada en geçerli yaşamsal ölçütlerden birini, insanın
kendini aşması ve en başarılı yarışmanın kendimizle yapılan yarış
olduğunu öğrendim.
Ülkemizde, sanatın sezgi, duygu, bilgi ve düş gücüne
dayalı incelikli dünyasından gerçek anlamda yaşamanın ağır bir
bedeli vardır. Herkes bu bedeli ödeyemez. Öder gibi görünebilirler.
Tüccarca bir yaklaşımla, sanat pratiğinden yararlanarak, duygu
ve düşünce sömürüsü, “kitsch” ürünler ortaya çıkarmanın insanı
yüceltme gibi bir yararı yoktur. Sanatçılık, tarihten güncelliğe,
güncellikten geleceğe uzanan çileli bir kendini arayış savaşımıdır.
Bazı insanlar için sanat, gerçek kişiliklerini gizleyen maskedir.
Sanatın insanı kaçışa doğru çeken gücüyle, hesaplaşmaya,
yaşamı yeniden kurmaya iten gücü iç içedir. Belki, “sanatın büyüsü”
dedikleri, böyle bir karışımdan oluşmaktadır.” İnsan, çeşitli
dönemlerinde kendini gerçekleştireceği bir ortamın susuzluğunu
duyabilmektedir. İFSAK, benim için sanatın büyüsünü kavrayabileceğim,
fotoğraf düşlerimi, tasarılarımı gerçekleştirebileceğim ilginç
bir ortam olmuştur.
On yıldır düzenlediğim sergiye katılan fotoğrafçılara
ve söz konusu işleri sergileme olanağı sağlayan İFSAK’lı arkadaşlarıma
teşekkür ederim.
“Ustalardan” sergilerinin ilki Arif Hikmet Koyunoğlu (1888-1982), Şinasi
Barutçu (1906-1985) ve Baha Gelenbevi’nin (1907-1984) işlerinden
oluşuyordu. Son Sergilerden bazıları şunlardı; “Türk Fotoğrafında
Portre Geleneği” (250 fotoğraf/1991), “On Ustadan Yüz İstanbul
Fotoğrafı” (1993), “Kadın fotoğrafları” (1994) “Yurt Dışında Çalışan
Türk Fotoğrafçıları” (1995), Amacım; fotoğrafımızın teknik, estetik
ve düşünce yapısı açısından geçirdiği evreleri belirleme, derleme
ve arşiv geleneğinden yoksun sanat ortamında kuşaklar arası kopukluğu
gidermekti. “Bilgi” olmayınca
film kopuyor. Günümüzden 2500 yıl önce Yunanlı Filozof Heraclitus
“Değişmeyen tek şey değişimdir” demiş. Günümüzde bunu büyük bir
ciddiyetle kendi buluşumuz gibi kullanıyoruz. Sonuçta estetik
yaşantı eğitim, bilgi, düşünce, birikimi tanıma, deneyim, beceri
ve insanın dünyadaki duruşunu belirleyen belli bir felsefe üstünde
yükselmektedir. Uğraştığınız dalda dünyada ve ülkenizde kendinizden
önce yapılan işleri kısaca bastığınız toprağı tanımıyorsanız ortaya
çıkan işler yapay kalmaktadır. O yıllar inat ve tutku yıllarıydı.
Dumanı üstünde heyecan yıllarıydı.
Son kitabınız “ Erken Cumhuriyet Dönemi Türk Fotoğrafı 1923-1960” Remzi
kitabevi tarafından yayınlandı. Kitabınızın ön sözünde “Arkadaşlarım
beni fotoğraf tarihçisi olarak benimsediler” diyorsunuz. Fotoğraf
tarihine olan ilginiz nasıl başladı?
İnsan tarihle arasına mesafe koyamaz, ya doğal olarak içindesinizdir ya
da dışında. Yazmakta olduğum Rahmizade Bahaeddin monografisinin
ilk ayağını araştırmak amacıyla gittiğim Girit’te gördüm ki halk
geçmişini çok seviyor. Bu nedenle geleceğini kurmakta zorlanmıyor.
Adanın bir köşesinde berber dükkanı duvarlarında orijinal Bahaeddin
fotoğrafları görüyorsunuz. “Sat bunları bana” dediğinizde gözlerinde
sizi kolunuzdan tutup sokağa atan bakışı görüyorsunuz.
Biliyorum. Sizin sorunuz genel değil, fakat benim tarihe yaklaşımımın
özünde aynı “Sevgi” var. Tarih “Yaşamı kurmak” demektir. Tarih
geçmişin gerçekliğinden yararlanılarak yaratılan bir yaşam tablosudur.
Girit olayında şunu bir kez daha anladım; adada Osmanlı egemenliğinde
150 yıl kadar huzur içinde yaşanıyor. Kuzeyde, Orta Avrupa’da
ve Balkanlarda güçler dengesinin bozulmaya başlaması adayı isyana,
çete savaşına sürüklüyor. Kanlı olaylar çıkıyor. Hıristiyan dünyası
adayı coğrafi ve kültürel açıdan Yunanistan ana karasının bir
parçası olarak görüyor. 1877’de Rusların Osmanlı sınırlarını zorlayarak
Yeşilköy’e değin dayanmaları, ülkeler arası güç dengesinin Osmanlı
aleyhine zirveye ulaştığı tarihtir. 1897’de büyük devletler Girit’i
siyasi ve askeri kuşatmaya alırlar. Adaya Yunan Kralının oğlu
Vali olarak atanır. 1913’te de Adada Osmanlı eğemenliği son bulur.
Yaşama tutunmak “Güçlü” olmayı gerektirmektedir. Doğruluk ve haklılık
“Güç”le birleşirse bir yere varılabiliyor. Tarih bir okul. Onun
öğrencisi olmaktan kendimi alamadım.
Kitabınız gelecek kuşaklara o yılları oldukça ayrıntılı aktarıyor.
İsminden anladığım kadarı ile 1960 sonrası da hazırlanıyor öyle
mi?
Erken Dönem Türk Fotoğrafı 1923-1960 kitabı üzerine basında çıkan yazılarda
da bu soru vardı. Osmanlı yazıldı. 1923-1960 dönemi de yazıldı.
60’tan sonrasını da konuya yakın duran Seyit yazmalı beklentisi
doğdu. Taşlar bir bir
yerine otursun isteniyor. 60 sonrası araştırması toplumsal açıdan
ve fotoğrafımızdaki gelişmeler açısından oldukça değişik bir boyuttadır.
Bu iş ekip çalışması, diyorum. Alt yapısı var. Bugün tükenmiş
olan, İFSAK yayını olarak 1987’de yayınladığımız “25 Yılın Türk
Fotoğraf tutanağı 1960-1985” adlı çalışmam iyi bir çıkış noktası
olabilir. Söz konusu kitabın genişletilmesi, boşluklarının doldurulması,
heyecana düşünceye bürünmesi, ona bir ruh kazandırılması gerekmektedir.
Başka işlere bölünmüş durumdayım. Başka sorumluluk alacak güçte
değilim. Bir yandan da bu işi kafamda çevirmekten kendimi alamıyorum.
1923-1960 dönemi araştırmalarınızı çok ayrıntılı olarak yapmışsınız.
Fotoğraf kaynaklarımızın çok sınırlı olduğunu biliyoruz. Bu bilgilere
ulaşmak nasıl oldu? Hangi kaynaklardan yararlandınız?
“Çok ayrıntılı” ve “çok sınırlı” olgusu birbirinin içine sığmaz. Ayrıntıyı
elde etme tasarımı doğrultusunda sınırları zorlamanız gerekir.
Başka bir deyişle sınırları kendiniz koyar ve içini doldurmaya
çalışırsınız. İlk gençlik yıllarında fotoğraf tarihimizi “hazır”
bulsaydım kendimi gerçekleştirme ve bulma adına değişik yollar
arayışına girebilirdim. Başta “yokluk” etkiledi beni. Erken Cumhuriyet
dönemi kitabının “Önsöz” yazısının ikinci paragrafında sorunuzun
yatını biraz var;
Fotoğrafta kendimi bildim bileli ortada Abdullah
Biraderler, Arif Hikmet Koyunoğlu gibi isimler dolaşmasına karşın,
onlar için doğru dürüst hiçbir şey yazılmamıştı. Ve bu konuda
parmağını kıpırdatan da yoktu. İstediğim bilgilere ulaşmamam rahatsız
ediyordu. Önce iki yıl kadar Abdullah Biraderler’i araştırdım.
Araştırmamın sonuçlarını Gösteri’de yayınladım. O günkü olanaklarımla,
yakınlarıyla ilişki kurulması, mezarlarının saptanması, Venedik
St. Lazar Manastırı’ndan Yaseyi Dayetsi’nin hazırladığı kitabı
getirmem ve kitabın çevrilmesi, kilise ve Venedik’te gittikleri
Moorat Raphael Okulu kayıtlarına ulaşılması güç oldu, zamanımı
aldı. Aynı dönemde fotoğraf tarihi açısından Başbakanlık Osmanlı
Arşivi’ni taradım. Arif Hikmet Koyunoğlu’nu tanıma fırsatını yakaladım.
Çalışmaların yarattığı akıntıya ve arkadaşlarımın telkinlerine
kapılarak fotoğraf çekmeyi bıraktım. İş ve özel yaşamım bana yüzyıl
öncesine, okuyamadığım eski harfli döneme ilişkin geniş çaplı,
derinliğine araştırmalar yapma olanağı tanımamaya başlamıştı.
Çember giderek daralıyordu. Ben de kendime daha yakın bulduğum,
Osmanlı fotoğrafın oranla araştırma sorunu bir ölçüde az olan,
Cumhuriyet dönemine yöneldim.
Tarih, kendi içinde bütünlüğü olan bir süreç. İnsanlar ve zaman sizi içine
alır. Ve işler kendini dayatır; Başbakanlık Osmanlı Arşivi’ndeki
konuya ilişkin defterlerin, dönemin gazete ve dergilerinin, kaynak
kitapların taranması, görsel malzemeye ulaşma çabası çalışmanın
ilk adımlarıdır. Dönemin tanıklarıyla eski ustalarıyla röportajlar “olmazsa
olmaz“ lardandır. Fotoğrafçıların yerlerine belgeli olarak ulaşma
amacıyla dönemin telefon rehberleri atlanmamalıdır. Tüm bunları
bir tabana oturtabilmeniz ülkenin genel tarihini kavramanıza bağlıdır.
Kaynağın adresini bilmeniz, ona ulaşmanız, doğru ve eksiksiz değerlendirmeniz
gerekmektedir. Elinizi çabuk tutmanız kaçınılmazdır. Yaşlı insanları her an yitirebilirsiniz. Tanığın geçmişini yeterince
anımsamaması ya da verilen bilgilerin birbirini tutmaması önemli
bir sorundur. Fotoğrafçının kendini emekliye ayırdığında etik
anlayışı nedeniyle negatiflerini imha etmesi ya da çektiği çıplak
çalışmaları yayınlamaktan çekinmesi bir yaradır.
Bazen bulduğunuz belgeyi almaya paranız yetmez. Sizi tanıyan sahaf “Tutkun.
Nasıl olsa alacak” düşüncesiyle spekülasyon yapabilir. Cumhuriyet
dönemini de çalışsanız bulgularınızı köklendirme çabanız sizi
Osmanlıya eski yazı belgelere götürür. Onları okutmak yetmez.
Bugünkü anlaşılır dile çevirtmelisiniz. Sanatçı yakınlarının belgeleri,
fotoğrafları korumamış olmaları ayrı bir konu. Zamanında kendi
yaptığı işin önemini kavrayamayan, kendi halinde yaşayan insanlar
vardır. Öykücümüz Sait Faik gibi; öldüğünde yakınları “Biz onun
büyük adam olduğunu cenazesinde anladık” demişlerdir. Yine de
kırılmaz, arta kalan bilgi kırıntılarını arkeolog titizliğiyle
derleyip toplamaya çalışırsınız.
“Hangi kaynaklardan yararlandınız” diye sormuştunuz. Kitabımda her bölümün
sonunda kaynaklar belirtilmiştir. Sorunuz beni başka yerlere götürdü.
Ülkemizde araştırmacıların karşılaştıkları “kaynak” sorunu çilesini
anlatmak istedim.
Fotoğraf arşivimiz ne durumda? Arşiv denecek bir şey var mı?
Ülkemizde fotoğraf arşivciliği disiplininin geliştiği söylenemez. Tek
tek yetersiz bazı çabalar var. Kültür coğrafyamızda derleme kütüphaneciliği,
müzecilik, galericilik, koleksiyonculuk, arşivcilik bir bütünün
parçalarıdır. Tümü ülke kültürüne verilen değerden
güç alır. Bunların sıcaklığı, heyecanı, sevgisi, tutkusu insanları
sarmadığı sürece tekrar halka dönecek, düzenli birikim oluşmaz.
Yasa çıkarmakla da olmaz. Derleme yasası 1934’te çıkmıştır. Bugün
derleme kütüphaneleri “Felç” olmuş durumdadır. Yapılar ve sistem
uzun vadede gereksimlere yanıt verecek nitelikte planlanmamıştır.
Kadro sıkıntısı vardır. Müzeleri “Depo” olmaktan kurtarma, onları
yaşama geçirme, galericilik, koleksiyonculuk arz-talep dengesi
içinde önemli yatırım gerekmektedir. Konusunda iyi yetişmiş insanlar,
sağlıklı saklama ortamları, yapıtları onaracak, yaşatacak sanat
bilincine sahip uzmanlar, yapıtlara kolay ulaşılabilecek düzenleme
ve sergileme olanağı sağlanmalıdır. Konu çok dallı budaklı. Birkaç
fotoğraf toplayıp bir kenara atmakla bu iş yürümez. İlgi duyulan
dalın ülkedeki tarihini bilmek, bu işe gönül vermiş insanları
izleme, soluklu-soluksuz çabaları birbirinden ayırma, dönem dönem
işlerini toplama ve onları değerlendirmek gerekmektedir.
Bu dönem fotoğraf dünyası üzerinde araştırma yaparken Cumhuriyet tarihimizi
de göz önüne sermişsiniz. Ülkemizin koşulları fotoğrafçılarımızı
nasıl etkiledi?
Hiçbir sosyal-kültürel hareketi ülke ve dünya koşullarının dışında düşünemezsiniz.
Bugün yaşamın alt yapısı olan ekonominin düştüğü kötünün kötüsü
durum temelde dünyadaki gelişmelere ayak uyduramamaktan kaynaklanmaktadır.
Ülkede yaşam koşullarını belirleyen siyasi erktir. Cumhuriyet
yönetimlerinin kültür ve sanat için ne yaptıklarına bakmak lazım.
Kitabımda bunun yapıyorum. 1923-1960 dönemi, bu açıdan Atatürk’lü
yıllar ve sonrası olmak üzere iki planda düşünülebilir. Atatürk’lü
yıllar ülkeyi her anlamda yoktan var etme heyecanının sardığı
bir dönemdir. Atatürk sanatı yaşam dengesi içinde gereken yere
oturtmuş, ideallerinin gerçekleşmesi yolunda atılımlar yapmış,
bir düşünce dünyası kurmaya çalışmıştır. İsmet İnönü döneminde
kurumlaşma yoğunlaşmış, sanat eğitimi halk çizgisinde yaşama geçmiş,
yayıncılık ivme kazanmıştır. Fotoğrafın belge niteliği öne çıkmış,
amatörlük desteklenmiştir. Söz konusu döneme egemen olan korumacı-devletçi
politika yaşamı yukarıdan düzenlemek istemiştir. Kaynak yaratılarak,
içten gelen, zamana yayılmış, köklü eğitime dayalı bir kültürel
devinim yaratma olanağı yakalanamamıştır. Bu ortamda “Duygu” ve
“Heyecan” çizgisinde kalan fotoğrafçılarımız kendilerine özgü
bir güzellik duyumunu gerçekleştirmişlerdir. Yalın, abartısız,
romantik atılımcı, öyküsel bir seçki ortaya çıkmıştır.
Bugüne kadar pek çok kitabınız yayınlandı. Yayınlamayı düşündüğünüz
başka çalışmalarınız var mı? Bu yoğun araştırmalardan fotoğraf
çekmeye zamanınız kalıyor mu? Ve bunca uğraşının sonucunda kitaplarınıza
ne kadar ulaşıldığını düşünüyorsunuz?
Soruların iç içelikleri nedeniyle toplu olarak yanıtlayacağım.
İlk gençlik yıllarımda edebiyata çok yakınlık duyuyordum. Fotoğrafa ilgi
duymaya başladığımda çevremde yol gösterecek kimse yoktu. Eski
alışkanlıkla kitaplara sarıldım. Bu beni fotoğraf kitapları, sergisi
açmaya ve katalog çıkarmaya değin götürdü. 1980 sonrası, fotoğrafçılıktan
yazmaya yumuşak bir geçiş oldu. Yazma eğilimi fotoğrafçılığı bastırdı.
Sanatsal amaçlı fotoğraf çekmek benim için 80’li yılların başından
beri yavaş yavaş tarihe karıştı. Araştırma, yazma kendimi anlatmanın
başka bir yoluydu. 1980-1990 yılları Cumhuriyet, Hürriyet gazeteleri,
Sanat Olayı, Gösteri, Milliyet Sanat, İFSAK, AFSAD, Refo Fotoğraf
Sanatı dergilerinde yüzün üzerinde yazım yayınladı. Daha sonra
kitap ve sergi derleme çalışmaları nedeniyle dergi ve gazetelerdeki
yazı tempom düştü. Ayrıca 1995’te ağır bir rahatsızlık geçirdim.
Artık sağlığıma ve geleceğime güvenmiyor; vaktimin daralmakta
olduğunu düşünüyordum. Bu nedenle, tamamen kitap çalışmasına ağırlık
verdim.
Sırasıyla 1982’de Türkçe Fotoğraf Yayınları kataloğu 1871-1982 (genişletilmiş
baskı 1993), 1987’de 25 yılın Türk Fotoğraf Tutanağı 1960-1985,
1995’de Fotoğrafımızda Tartışma adlı, Gültekin Çizgen ile mektup
yoluyla yaptığım tartışma, 1998’de Fotoğrafın Gölgesinde anı/deneme
ve bu yıl Erken Cumhuriyet Dönemi Türk Fotoğrafı 1923-1960 kitabı
yayınladı.
Projelerim var; 2001 Ekim/Kasım aylarında son kitabıma bağlı olarak 1923-1960
döneminin orijinal fotoğraflarından oluşan bir sergi açıyorum
. Yer ; Ara Güler’in Galatasaray Tosbağ Sokak’ta bulunan
stüdyosunun altında yeni açılan , Ara Kafe. İmza günü ve açılış ;
13 Ekim 2001 Cumartesi, saat 18.00- 21.00. Sergi, 30 Kasım 2001
tarihine değin izlenecektir. Ayrıca fotoğraf duygusu, düşüncesi,
imgesi üstüne kurulmuş şiir ve düzyazı gibi edebiyat yapıtları
seçkisini içeren bir antoloji hazırladım. Geniş inceleme metni
ekledim. Adı; Fotoğraf söz Kavuşması. Behçet Necatigil bir şiirinde:
Solmuş sarı fotoğraf,duvarda, bir zaman/ Çektiğimiz-
şiirin başka bir tanımı. diyor. Şiir/fotoğraf ilişkisini sorguladığım
kitabıma şu anda basacak yayınevi arayışındayım.
Yukarıda sözünü ettiğim Rahmizade Bahaeddin monografisi’nin malzemesi
hazır. Benim için söz konusu araştırma 20. yüzyıla stüdyo fotoğrafçılığına
nasıl bir kapıdan girdiğimizi gözler önüne serme açısından önemlidir.
Bahaeddin’in başarıdan aldanışa, varsıllıktan yoksulluğa uzanan
yaşamının ortak paydası özgürlük, yardım, höşgörü, insan hakları,
kültür ve yurttaşlık bilinci olmuştur. Fotoğrafçılık mesleğinde
kusursuzluğu ilke edinmiştir. Bahaeddin , bazılarının dediği gibi
“İlk Müslüman Türk fotoğrafçısı” değildir. Bunun pek önemi de
yoktur. Kültürü, yaşama bakışı, kişiliği ve mücadelesiyle o belki bir
“ilk” ve “son” dur.
“Kitap” yaşamı biçimlendiren bir değer. Ülkenin “kitap” tablosu karanlık,
1934 yılında10.275 kişiye bir kitap 1995’te 12.089 kişiye bir
kitap düşmüş, 60 yılda okur sayısında değişme olmamıştır. Yazılı
kültüre geçememenin gizil sancısını çekiyoruz toplum olarak. Çoğunluk
bunun bilincinde değil. Dibimizdeki Bulgaristan kütüphanelerinde
kitap sayısı 41 milyon. Bizde 11 milyon. Onlarda kütüphane sayısı
4.237, bizde 1310. Avrupa Birliği, Bulgar insanına tanıdığı serbest
dolaşım hakkı bize tanınmıyor. Yıllardır ulusal gelir kıpırdamıyor.
Dar yapımıza kilitlenmişiz.
Bilimin uygulama alanı olan teknolojide, ürünleri “fiyakalı” bir biçimde
kullanmayı seviyor, buluş ve üretme konusuna aldırmıyoruz. Birleşmiş
Milletler Kalkınma Programı (UNDP) İnsani Gelişme Raporu’nun bu
yılki konusu “Teknoloji ve İnsan”. Değerlendirme kapsamına alınan
72 ülke sırasıyla 3 derecede sınıflandırılıyor. Biz bunların dışında
“diğer” grubundayız. Rapor “Biyoteknoloji ve bilgi teknolojisi
konusunda geri kalan ülkeler 21.yüzyıl trenine binemeyecekler”
diyor. Kitap yayını sınırlı, araştırma ve geliştirme yetersiz.
Çağdaş dünyada güç dengeleri artık savaşlarla değil, bilgiyle
kurulmaktadır.
Hasan Bülent Kahraman Radikal’da çıkan “Kitabın Makus Talihi “ (17 Mayıs
2001) başlıklı yazısında “Felsefemiz olmadığı için okumayla hayatı,
özleştiremedik; Çünkü, bizim burjuvazimiz olmadı, onun iktidar
mücadelesi yaşanmadı, bilgi, hayatı dönüştürecek bir gereksinim
haline gelmedi!.. Kitaplı uygarlığı gerçekleştiremedik” diyor.
“Kitap” sorunu çok yönlü ve karmaşık. Toparlayacak olursak; toplum
denen kökleri derinde görkemli ağacın yetişmesi, keyifli meyvalar
üretmesi yüzlerce yıl alabiliyor.
Yazı, okunmasın diye yazılmaz. Yarınların güzel olacağı yönündeki umudumu
korumaya çalışıyorum. Bir şarkıda “Ne sevgim bitti ne kavgam”
deniliyor. Ülke 2001’de Cumhuriyet tarihinin en büyük güven bunalımını
yaşıyor. Toprak ayağımın altından zaman zaman kayıyor. Yine de
ayakta kalmaya çalışıyorum. İnsanın kendisiyle ve dünyasıyla kavgası
biterse bitkisel yaşama geçer düşüncesindeyim.
Tüm sanat dallarının iç içe geçtiği bugünkü sanat ortamı içinde fotoğrafın
yeri ve önemi nedir?
Görsel kültür ve ideolojisi toplumda
“Baskın değer” olarak kendini artan bir tempoda duyumsatmaktadır.
Görsel kültür teknesinde felsefe, estetik, sanat sosyolojisi ve
psikolojisi bir arada yoğurulmaktadır. Kurallarına uygun bir
yaratıcılığın ürünü bile olsa insanı aşağı çeken sanat ürünü benim
dışımdadır. Sanat bana göre düş, düşünce sorgulaması, heyecan,
duyarlılık, incelik, arayış, bilgi harmanıdır. Görme ve gördürme
noktaları arasında çileli bir süreçtir. Yaygın deyimiyle yaşamın
yeniden üretilmesidir. Sanat malzemesinin niteliği, kurgusu, özü
belirleyicidir. Hangi malzemeyle yapılırsa yapılsın önemli olan
ortaya çıkan yapıtın insanları etkileme gücüdür. Fotoğraf bu bağlamda
dünyada “dil” olarak seçkin bir kimlik kazanmıştır. İnsanlığın
aynası olmuştur. En safından bulunmuş, seçilmiş ve ışıkla yazılmış
görüntü bir karşılıktır. Fotoğrafçının dünyaya ilişkin izlenimlerinin
geçmiş, bugün ve gelecek ekseninde yorumu ve başkaldırışıdır.
Sizin eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Sözlerimi Erken Cumhuriyet Dönemi
Türk Fotoğrafı adlı kitabın “Genel Bakış” bölümünün son cümlesiyle
bağlamak istiyorum; sanat ateşiyle yanan tüm dostlara, geçmişle
hesaplaşma, geleceği kurma sorumluluğunu,sevgiyi, tutkuyu anımsatan
bir MERHABA.
*
Söyleşi : İFSAK FOTOĞRAF VE SİNEMA DERGİSİ, Temmuz-Ağustos-Eylül
2001 S.135
|