|  
                     TEKNİĞİN OLANAKLARIYLA YENİDEN ÜRETİLEBİLDİĞİ ÇAĞDA 
                      SANAT YAPITI 
                   | 
                 
               
                
                
              XIII 
              Sinemanın belirleyici özelliği, yalnızca insanın çekim 
                aygıtı karşısında kendini sergileme biçiminden değil, fakat aynı 
                zamanda bu aygıtın yardımıyla çevreyi betimleyiş biçiminden de 
                kaynaklanır. Uğraşı ruhbilimine (Leistungspsychologie, occupational 
                psychology) bir kez bakmak, aygıtın test etme edinçini görmeye 
                yeterlidir. Ruh çözümlemeye (psikanaliz) bir kez bakmak ise, aynı 
                edincin farklı bir yönden görülmesini sağlayacaktır. Gerçekte 
                sinema algı evrenimizi, Freud'un kuramlarının yöntemleriyle gösterilebilecek 
                yöntemlerle zenginleştirmiştir. Bundan elli yıl önce konuşmada 
                yapılacak bir yanlışlık, az çok ayırdına varılmaksızın geçip gidebilirdi. 
                Böyle bir yanlışlığın, daha önce yüzeysel bir akış sergiler gibi 
                olan konuşmaya bir anda bir derinlik boyutu kazandırması, herhalde 
                kuraldışıydı. Oysa ‘Günlük Yaşamın Psikopatolojisi'nden 
                bu yana bu durum değişmiştir. Bu eser, daha önce ayırdına varılmaksızın, 
                algılananların tümünden oluşma nehirde kayıp giden şeyleri aynı 
                zamanda hem ayrıksı kılmış, hem de çözümlenebilir konuma getirmiştir. 
                Sinema ise görsel algılar evreninin bütününde ve şimdi de akustik 
                algılar evreninde tam algılama açısından buna benzer bir derinlik 
                boyutunun kaynağı olmuştur. Filmin sergilediği edimlerin, tabloda 
                ya da tiyatro sahnesinde betimlenenlerden çok daha kesin ve çok 
                daha kabarık sayıda bakış açılarından çözümlenebilir olması, sözü 
                edilen olgu bağlamının yalnızca öteki yüzüdür. Resim sanatıyla 
                karşılaştırıldığında, filmde betimlenen edimi çok daha büyük ölçüde 
                çözümlenebilir kılan nokta, durumun resim sanatındakiyle karşılaştırılamayacak 
                kesinlik taşımasıdır. Perdede canlandırılanın, sahnedekiyle karşılaştırıldığında 
                daha geniş ölçüde çözümlenebilir olması, perdedeki edimin çok 
                daha kolaylıkla yalıtılabilmesinden kaynaklanır. Bu durumda, sanatla 
                bilimin karşılıklı birbirlerinin içine girmelerini destekleyici 
                bir 'eğilim bulunmaktadır -zaten söz konusu durumun asıl önemi 
                de burada yatar. Aslında belli bir konumda net betimlenmiş bir 
                devinimin -örneğin gövdedeki bir kas gibi-, sanatsal değerinin 
                mi, yoksa bilimsel değerlendirilebilirlik niteliğinin mi daha 
                çekici olduğunu söyleyebilmek, hemen hemen olanaksızdır. Fotoğrafın 
                daha önce çoğu kez birbirinden ayrı düşmüş iki niteliğini, sanatsal 
                kullanımı ile bilimsel değerlendirilmesini özdeş olarak algılanabilir 
                kılmak, sinemanın devrimci işlevlerinden biri olacaktır.(24) 
              Sinema, dağarcığından yakın çekimler yaparak, tanış 
                olduğumuz nesnelerin gizli ayrıntılarını vurgulayarak, kameranın 
                dahice yönetimiyle sıradan ortamları irdeleyerek, yaşamımızı yöneten 
                zorunluluklara ilişkin bilgileri arttırdığı gibi, bize daha önce 
                hiç düşünülmemiş, dev bir devinim alanı da sağlar! Bir zamanlar 
                içki evlerimizin ve büyük kentlerdeki caddelerin, bürolarımızın 
                ve möbleli odalarımızın, tren istasyonlarımızın ve fabrikalarımızın 
                arasına umutsuzca hapsolmuş gibiydik. Daha sonra sinema geldi 
                ve zindandan oluşma bu dünyayı saniyenin onda biri uzunluğundaki 
                zaman parçacıklarının dinamitiyle paramparça etti; şimdi bu dünyanın 
                geniş bir alana dağılmış yıkıntıları arasında serüvenli yolculuklara 
                çıkmaktayız. Yakın çekim mekanı genişletirken, ağır çekim devinimi 
                geniş zaman parçalarına yayıyor. Büyütücü çekimde yalnızca insanın, 
                bulanık da olsa, ''zaten'' gördüğünün belirgin kılınması söz konusu 
                olmayıp, maddenin bütünüyle yeni yapısal oluşumları ortaya çıkmaktadır; 
                bunun gibi, ağır çekim de yalnızca bilinen devinim motiflerini 
                göstermekle kalmayıp, bu bilinenler içersinde bütünüyle bilinmeyenleri 
                bulmaktadır; bunlar, ''hızlı devinimlerin ağırlaştırılmış görünümleri 
                olarak değil, fakat kendine özgü bir kayışı, sallantıda konumu 
                sergileyen, olağanüstü devinimler olarak etki yaratmaktadır.''(25) 
                Kameraya seslenen doğanın göze seslenenden farklı olduğu da böylece 
                somutlaşmaktadır. Bu farklılık, özellikle insanın bilinciyle etkin 
                olduğu bir uzamın yerini, bilinçsiz etkinliğe sahne olan bir uzamın 
                almasında ortaya çıkmaktadır. İnsan, ana çizgileriyle de olsa, 
                insanların yürüyüş biçimlerine ilişkin bilgi edinebilir; ama aynı 
                insanların, yürüme eyleminin saniyenin kesri kadar bir bölümünde 
                nasıl davrandıkları konusunda hiçbir şey bilmediği kesindir. Bir 
                çakmağa ya da kaşığa elimizi uzattığımızda bu, genel çizgileri 
                açısından alışkın olduğumuz bir devinimdir; ama bu arada elimizle 
                maden arasında aslında nelerin olup bittiğini, hele bu olup bitenlerin 
                içinde bulunduğumuz çeşitli ruhsal durumlardan nasıl etkilendiğini 
                hemen hiç bilmeyiz. İşte kamera bu noktada iniş ve çıkışlarıyla, 
                devinimi kesişi ve yalıtmalarıyla, akışı ağırlaştırıp hızlandırmasıyla, 
                büyütüp küçültmesiyle, yani yardımcı araçlarıyla işe karışır. 
                Güdüsel-bilinçaltı alanını ancak ruh çözümlemeyle öğrenebilmemiz 
                gibi, görsel-bilinçaltı konusunda da ancak kamera aracılığıyla 
                bilgi edinebiliriz. 
              XIV
              Eskiden beri sanatın en önemli görevlerinden biri, 
                eksiksiz karşılanabilmeleri İçin zamanın henüz erken olduğu istemleri 
                üretmek olmuştur.(26) 
                Her sanat biçiminin geçmişinde bunalımlı dönemler vardır; bu dönemlerde 
                söz konusu biçim, zorlamasız olarak ancak değişik bir teknik konumunda, 
                başka deyişle yeni bir sanat biçimi içersinde ortaya çıkabilecek 
                etkilerin gerçekleşmesi için zorlamada bulunur. Sanatta özellikle 
                bu türden çöküş dönemlerinde görülen taşkınlıklar ve kalabalıklar, 
                kaynaklarını gerçekte sanatın en zengin tarihsel güçlerinin odak 
                noktasında bulurlar. Bu türden barbarlıkları en son olarak Dadaizm, 
                kabarık sayıda sergilemişti. Bu akımın yönelimi, şimdi saptanabilmektedir: 
                Dada akımı, izler çevrenin bugün sinemada aradığı etkileri, resim 
                sanatının (ya da yazının) araçlarıyla üretmeye çalışmıştı. İstemlere 
                yönelik, tam anlamıyla yeni ve dönüm noktası niteliğindeki her 
                üretim, ereğinin dışına taşar. Dada akımı da, sinemaya özyapısı 
                açısından çok uygun düşen tecimsel değerleri daha önemli yönelimler 
                yararına -bu yönelimlerin bilincine doğal olarak burada betimlendikleri 
                doğrultuda varmamış olmasına karşın- feda ettiği ölçüde, böyle 
                bir konuma girmiştir. Dadacılar, kendi sanat eserlerinin tecimsel 
                açıdan değerlendirilebilmesine, bunların birer ''tefekkür'' konusu 
                olarak değerlendirilebilmesini önlemeye verdiklerinden çok daha 
                az önem vermişlerdi. Bu önlemeyi sağlamak için sıkça başvurdukları 
                yollardan biri de, İlke olarak kullandıkları malzemeyi aşağılamaya 
                çalışmaktı. Dadacıların şiirleri birer ''sözcük salatası'' olup, 
                müstehcen deyimler ve dile ilişkin olarak da akla gelebilecek 
                her türlü kötü kullanımı içerir. Üstüne düğmeler ya da biletler 
                yapıştırdıkları tabloları da bundan farklı değildir. Dadacıların 
                böyle yollarla eriştikleri hedef, yaratıların atmosferini acımasız 
                bir biçimde yıkmaktır; böylece, bu yaratıların üstüne üretimin 
                araçlarıyla bir yeniden-üretimin utanç damgası basılmış olur. 
                Arp'ın bir resmi ya da August Stramm'ın bir şiiri karşısında, 
                Derain'in bir resmi veya Rilke'nin bir şiiri karşısında olduğu 
                gibi bir yoğunlaşmaya, tutum almaya gidebilmek, olanaksızdır. 
                Burjuvanın yozlaşma sürecinde toplumdışı bir akıma dönüşmüş olan 
                derin düşünme eyleminin karşısına, toplumsal tutumun bir değişkesi 
                niteliğiyle düşüncelerin dağıtılması eylemi çıkar.(27) 
                Gerçekten de Dadaist açıklamalar, sanat yapıtını bir skandalın 
                odak noktası yapmakla, dikkatleri oldukça köktenci bir tutumla 
                başka yönlere çekmeyi başarmışlardır. Dadacılara göre sanat yapıtının 
                her şeyden önce tek bir istemi, kamunun öfkesini uyandırma İstemini 
                karşılaması gerekiyordu. 
              Daha önce insanı çağıran bir görünüm ya da ikna edici 
                bir ton niteliğinde olan sanat yapıtı, Dadacılarda bir mermiye 
                dönüşür. İzleyiciye çarpar. Dokunsal bir nitelik kazanır. Böylece 
                Dadacı sanat yapıtı, filme duyulan istemi desteklemiştir; filmin 
                dikkat dağıtıcı öğesi de birincil olarak dokunsal bir öğedir, 
                başka deyişle olayların geçtiği yerlerin ve bakış açılarının değişimini 
                temel alır; bütün bu söylenenler, darbeler halinde izleyiciye 
                çarpar. Sinema perdesiyle, üstünde resmin bulunduğu tuvali karşılaştıralım. 
                Sonuncusu, izleyiciyi derin düşünmeye davet eder; onun önünde 
                insan, kendini çağrışımların akışına bırakabilir. Oysa izleyicinin 
                aynı şeyi sinema çekimleri karşısında yapabilmesi, söz konusu 
                değildir. Çünkü belli bir sahneye ilişkin çekim görüldükten hemen 
                sonra, yerini bir başkasına bırakmıştır. Eski sahne saptanamaz. 
                Sinemadan nefret eden, sinemanın önemi konusunda hiçbir şey anlamamış, 
                ama yapısından bazı noktaları kavramış olan Duhamel, bu durumu 
                şu notuyla tanımlamıştır: ''Artık düşünmek istediğimi düşünemiyorum. 
                Düşüncelerimin yerini devingen görüntüler aldı.''(28) 
                Gerçekten de bu görüntüleri izleyendeki çağrışımlar akışı, görüntülerdeki 
                değişmeyle hemen kesintiye uğrar. Filmin, her şok etkisi gibi, 
                ancak yoğun bir bilinç düzeyiyle yaşanabilecek olan şok etkisi, 
                işte bu konumu temel alır.(29) 
                Film, Dadaizmin henüz aynı zamanda ahlaki şok etkisinin ambalajı 
                içersinde sakladığı fiziksel şok etkisini, teknik yapısının aracılığıyla 
                bu ambalajdan kurtarmıştır.(30) 
              XV 
              Kitle, içinden halen sanat yapıtları karşısındaki 
                alışılagelmiş bütün tutumların sanki yeni doğmuş gibi çıktığı 
                bir kaynaktır. Nicelik, niteliğe dönüşmüştür: Çok daha büyümüş 
                ve katılanlardan oluşma kitleler, katılmanın değişik bir türüne 
                de kaynaklık etmiştir. Bu katılmanın önce yoz bir biçimle ortaya 
                çıkması, izleyiciyi şaşırtmamalıdır. Ancak olayın yalnızca bu 
                yüzeysel yanına önem verenlere de rastlanmıştır. Bunlar içersinde 
                en radikal açıklamaları yapan, Duhamel olmuştur. Duhamel'in sinemada 
                özellikle olumsuz bulduğu yan, sinemanın kitlelere aşıladığı katılma 
                biçimidir. Duhamel'in filme ilişkin nitelendirmesi, şöyledir: 
                “Ancak kölelere uygun düşebilecek bir vakit öldürme aracı, sıkıntılarının 
                altında ezilen, bilgisiz, yoksul, çalışmaktan posaları çıkmış 
                yaratıklar için düşünülebilecek bir eğlence... hiçbir yoğunlaşma 
                istemeyen, hiçbir düşünme yetisini koşul kılmayan bir gösteri... 
                yüreklerde hiçbir ışık yakmayan, günün birinde Los Angeles'ta 
                'star' olmak gibi gülünç bir umudun dışında, hiçbir umut uyandırmayan 
                bir gösteri.''(31) 
                Görüldüğü gibi, burada temelde eski bir yakınma söz konusudur: 
                Kitleler, kendilerini oyalayacak bir şeyler ararlar, oysa sanat, 
                izleyicisinden kendini toplayıp yoğunlaşmasını ister. Bu, aslında 
                herkese ortak olan bir alandır. Soru, bu alanın filmin irdelenmesi 
                açısından bir çıkış noktası oluşturup oluşturamayacağıdır. Burada 
                yapılması gereken, soruna daha yakından bakmaktır. Oyalanma ile 
                yoğunlaşma, aşağıdaki anlatıma izin veren bir karşıtlık oluşturur: 
                Sanat yapıtının karşısında dikkatini toplayıp yoğunlaşan insan, 
                bu eserin içine iner; söylencede, Çinli bir ressamın bitirdiği 
                yapıtı karşısındaki yazgısı gibi, izleyici de sanat yapıtının 
                içine girer. Oyalanan kitle ise sanat yapıtını kendi içine indirir. 
                Bu konuda en çarpıcı örnek, yapılardır. Mimari, eskiden beri alımlanması 
                dağınıklık sayesinde ve toplumca gerçekleştirilen sanat yapıtının 
                ilk örneğini oluşturmuştur. Mimarinin alımlanmasına ilişkin yasalar, 
                bu bağlamdaki en öğretici nitelikte yasalardır. Yapılar, insanlığa 
                tarihinin ilk başlarından bu yana eşlik etmişlerdir. Pek çok sanat 
                biçimi doğmuş, sonra geçmişe karışmıştır. Tragedya Yunanlılar'la 
                birlikte doğar, onlarla birlikte yok olur, yüzyıllar sonra, ancak 
                ''kuralları'' açısından yeniden canlanır. Kaynağı halkların gençlik 
                döneminde bulunan epope, Avrupa'da Rönesans'la birlikte son bulur. 
                Teknik anlamda tablo, ortaçağın bir yaratısı olup, varlığını hep 
                koruyacağına ilişkin hiçbir güvence yoktur. Buna karşılık insanların 
                konut gereksinimi, süreklidir. Yapı sanatı, hiçbir zaman çorak 
                bir dönem yaşamamıştır. Bu sanatın tarihi, öteki bütün sanatlarınkinden 
                eskidir; etkisini göz önünde somutlaştırmak ise, kitlelerle sanat 
                yapıtı arasındaki ilişkiyle hesaplaşmaya yönelik her girişim bakımından 
                önemlidir. Yapılar, ikili yoldan alımlanır: Hem kullanımla, hem 
                de bu yapıların kullanılmasıyla. Daha iyi deyişle bu alımlama, 
                hem dokunsal, hem de görsel yoldan gerçekleşir. 
              Böyle bir alımlama, örneğin turistlerin ünlü yapıların 
                önündeki konumları gibi bir konumda tasarımlandığı takdirde, anlaşılamadan 
                kalacaktır. Çünkü görsel alandaki yoğun iç gözlemin karşılığı, 
                dokunsal alanda yoktur. Dokunsal alımlama, hem dikkatin yoğunlaştırılması, 
                hem de alışkanlık aracılığıyla gerçekleşen bir alımlama değildir. 
                Mimari söz konusu olduğunda alışkanlık, geniş ölçüde olmak üzere, 
                görsel alımlamayı bile yönlendirir. Görsel alımlama da aslında 
                yoğun bir dikkatten çok, geçerken şöyle bir ayırdına varma olgusundan 
                kaynaklanır. Ancak mimarlık alanınca belirlenmiş bu alımlama, 
                belli koşullar altında genel bir kurallar bütünü niteliğini de 
                kazanır. Çünkü: Tarihin dönüm noktalarında insanın algılama aygıtına 
                verilen görevlerin, salt görsellikle, yani yoğun iç gözlem aracılığıyla 
                yerine getirilmesi olanaksızdır. Bu görevlerin üstesinden zamanın 
                akışı içersinde dokunsal alımlamanın, yani alışkanlığın yönlendirmesiyle 
                gelinir. 
              Alışmayı, dikkati dağınık olan da başarabilir. Dahası, 
                belli görevlerin dikkat dağınıklığı konumunda yerine getirilmesi, 
                bunları yerine getirmenin o insan için alışkanlığa dönüşmüş olduğunu 
                kanıtlar. Sanatın yol açtığı biçimiyle dikkatin dağılması aracılığıyla, 
                tam algılamanın yeni görevlerinin ne ölçüde yerine getirilebilir 
                olduğu gizlice denetlenmiş olur. Genelde birey, böyle görevlerden 
                kaçınma eğiliminde olduğundan, sanat bu görevlerin en güç ve en 
                önemli olanına, kitleleri harekete geçirebileceği noktada saldıracaktır. 
                Halen sanat, bu saldırıyı sinema alanında gerçekleştirmektedir. 
                Dikkat dağınıklığı konumunda gerçekleşen ve ağırlığını sanatın 
                bütün alanlarında daha çok duyuran, aynı zamanda da tam algılamadaki 
                köklü değişimlerin belirtisi niteliğini taşıyan alımlama, sinemada 
                kendine özgü bir deney aygıtı bulmaktadır. Film, yarattığı şok 
                etkisiyle alımlamanın bu biçimine uygun düşmektedir. Film, yalnızca 
                izleyiciyi bir bilirkişi tutumuna sokarak değil, ama sinemadaki 
                bilirkişi tutumunun dikkati içermesini kural olmaktan çıkararak 
                da kült değerini ikinci plana itmektedir. Bu konumda izleyici, 
                dikkati dağınık bir izleyicidir. 
              Sonsöz 
              Günümüz insanlarının giderek proleterleşmesi ve kitle 
                oluşumlarının çoğalması, aynı olayın iki ayrı yüzünden başka bir 
                şey değildir. Faşizm, yeni oluşan, proleterleşmiş kitleleri, bu 
                kitlelerin ortadan kaldırılmasını istediği mülkiyet ilişkilerine 
                dokunmadan örgütleme çabasındadır. Faşizm, kurtuluşunu, kitlelerin 
                kendilerini ifade edebilmelerini (elbet haklarını tanımaya asla 
                yanaşmaksızın) sağlamakta bulmaktadır.(32) 
                Kitlelerin mülkiyet koşullarının değiştirilmesini isteme hakları 
                vardır; faşizm ise bu koşulların konserve edilişini, sözü edilen 
                kitlelerin ifadesi kılmak peşindedir. Faşizm kendi içinde tutarlı 
                olarak, politik yaşamın estetize edilmesini amaçlar. Faşizmin 
                bir liderin kültüyle boyunduruk altına aldığı kitlelerin ırzına 
                geçilmesiyle, yine faşizmin kült değerlerinin üretilmesi için 
                yararlandığı bir aygıtın ırzına geçilmesi, birbiriyle örtüşmektedir. 
                 
              Politikanın estetize edilmesine yönelik bütün çabalar, 
                tek bir noktada doruğuna yarar. Bu nokta, savaştır. En büyük boyutlardaki 
                kitle hareketlerini geleneksel mülkiyet ilişkilerini değiştirmeden 
                koruyarak belli bir hedefe yöneltmeyi, yalnızca ve yalnızca savaş 
                sağlayabilir. Olayın politika açısından ifadesi budur. Teknik 
                açıdan ifadesi ise şöyledir: İçinde yaşanılan zamanın bütün teknik 
                araçlarını, mülkiyet koşullarını koruyarak harekete geçirmeyi 
                yalnızca savaş sağlayabilir. Faşizmin savaşı yüceltme eyleminin 
                bu kanıtları kullanmaması, doğaldır. Ama bu kanıtları gözden geçirmek, 
                yine de öğreticidir. Marinetti'nin, Etiyopya'daki sömürge savaşına 
                ilişkin manifestosunda şöyle denilmektedir: ''Yirmi yedi yıldan 
                bu yana biz fütüristler, savaşın estetiğe aykırı diye nitelendirilmesine 
                karşı çıkmaktayız... Bu bağlamda yaptığımız saptamalar, şunlardır: 
                ...Savaş güzeldir, çünkü gaz maskeleri, korkutucu megafonlar, 
                alev makineleri ve tanklar aracılığıyla insanın, boyunduruk altına 
                alınan makine üzerindeki egemenliğine gerekçe kazandırır. Savaş 
                güzeldir, çünkü insan bedeninin o düşlenen konumunu, metalleştirilmesi 
                konumunu kutsayarak gerçeğe dönüştürür. Savaş güzeldir, çünkü 
                çiçekler açan bir çayırı mitralyözlerin ateşten orkideleriyle 
                zenginleştirir. Savaş güzeldir, çünkü tüfek ateşini, top atışlarını, 
                ateşin kesildiği anları, parfüm ve çürüme kokularını tek bir senfoni 
                halinde birleştirir. Savaş güzeldir, çünkü büyük tanklarınki, 
                geometrik uçak filolarınınki, yanan köylerden yükselen duman helezonlarınınki 
                gibi yeni mimari biçimler ve daha pek çok şeyler yaratır... Ey 
                fütürizm şairleri, yazarları ve sanatçıları... bir savaş estetiğine 
                ilişkin bu temel ilkeleri anımsayın; anımsayın ki, yeni bir şiir 
                ve yeni plastik sanatlar uğruna harcadığınız çabalar yine sizin 
                ışığınızla aydınlansın!(33) 
              Bu manifestonun ayrıcalığı, çok açık oluşudur. Sorunları 
                ortaya koyma biçimi açısından ise diyalektik düşünen birince benimsenmeye 
                layıktır. Bu manifestoya bugünün savaşının estetiği şöyle görünmektedir: 
                Üretim güçlerinin doğal yoldan değerlendirilmesi mülkiyet düzenince 
                önlenirken, teknik araçların, temponun, güç kaynaklarının yoğunlaşması, 
                doğal dışı bir değerlendirmeye zorlamaktadır. Bu doğal dışı değerlendirme, 
                savaş aracılığıyla gerçekleşmektedir; savaş, yıkımlarıyla toplumun 
                tekniği kendi organı kılmaya yetecek olgunlukta olmadığının, tekniğin 
                de toplumun temel güçlerini yenecek ölçüde gelişmediğinin kanıtını 
                sergilemektedir. Emperyalist savaş, en korkunç çizgileriyle, dev 
                üretim araçlarıyla, bunların üretim süreci içersindeki yetersiz 
                değerlendirilmesi arasında uzanan uçurum tarafından (başka deyişle, 
                işsizlik ve sürüm pazarlarının eksikliği tarafından) belirlenmektedir. 
                Emperyalist savaş, toplumun doğal malzemesinden yoksun kıldığı 
                istemleri ''İnsan malzemesi''nin yardımıyla karşılayan tekniğin 
                bir başkaldırısıdır. Teknik, nehirleri kanalize edecek yerde, 
                insan selini siperlere yöneltmekte, uçaklarından tohum atacak 
                yerde kentlere yangın bombaları yağdırmaktadır; gaz savaşında 
                ise Aura 'yı yeni bir biçimde ortadan kaldırmaya yarayan bir araç 
                bulmuştur. ''Fiat ars, pereat mundus'' (“Sanat olsun, isterse 
                dünya batsın” Ç.N) diyen faşizm, tekniğin değişime uğrattığı, 
                duyusal algılamanın sanatsal düzlemde doyuma ulaştırılmasını, 
                Marinetti'nin itiraf ettiği gibi, savaştan bekler. Bu, herhalde 
                tam anlamıyla sanat sanat içindir'in gerçekleşmesi olmaktadır. 
                Bir zamanlar Homeros'ta, Olimpos Dağı'ndaki tanrıların gözünde 
                bir tür sergi malzemesi olan İnsanlık, şimdi kendi kendisi için 
                bir sergi malzemesi olup çıkmıştır. Kendine yabancılaşması, ona 
                kendi yıkımını birinci sınıf bir estetik haz kaynağı niteliğiyle 
                yaşatacak boyutlara varmıştır. Faşizmin politikayı estetize etme 
                çabalarının vardığı nokta, İşte budur. Komünizm, buna sanatın 
                politize edilmesiyle yanıt verir. 
              
               
              NOTLAR 
              24) Bu durumun 
                bir benzerini aradığımız takdirde, aydınlatıcı bir örnekle Rönesans 
                dönemi resim sanatında karşılaşırız. Çünkü bu dönemde de karşımıza, 
                eşsiz yükselişini ve önemini başka nedenlerin yanı sıra, bir dizi 
                yeni bilimi ya da en azından yeni bilimsel verileri özümsemesine 
                borçlu bulunan bir sanatla karşılaşmaktayız. Bu, anatomi, perspektif, 
                matematik, meteoroloji ve renkler öğretisi alanlarında savlar 
                ileri süren bir bilimdir. Bu konuda Paul Valery, şöyle yazar: 
                ''Bir Leonardo'nun kimi istemleri, bugün bize son derece yadırgatıcı 
                gelmektedir; Leonardo, resim sanatını en yüksek hedef ve bilginin 
                en üstün düzeyde sergilenmesi saymıştı, ama bunu yaparken, kendi 
                inancı doğrultusunda, her şeyi bilmeyi bir istem olarak ileri 
                sürüyordu ve bu arada, derinliği ve netliğiyle bugün bizleri şaşkınlığa 
                sürükleyen kuramsal bir çözümlemeye girişmekten de korkmuyordu.'' 
                (Paul Valery: Pièces 
                sur l'art, 1. c., 
                s. 191, ''Autour de Corot''.) 
              25) Rudolf Arnheim, 
                1. c., s. 138. 
              26) 
                André Breton, şöyle der: ''Sanat eseri, geleceğin refleksleriyle 
                titreşimler geçirdiği ölçüde değer taşır." Gerçekten de her 
                gelişmiş sanatsal biçim, üç gelişme çizgisinin kesişme noktalarında 
                yer alır. Önce teknik, belli bir sanat biçimine yönelik olarak 
                işlerlik kazanır. Film ortaya çıkmazdan önce fotoğraf kitapçıkları 
                vardı; bunların içindeki resimler, başparmağın bastırılmasıyla 
                birlikte izleyicinin önünden hızla geçerek bir boks ya da tenis 
                maçını sergilerdi; pazarlarda ise, bir kol çevirmeyle resimleri 
                hızla kayan otomatlar bulunmaktaydı. -Ayrıca, geleneksel sanat 
                biçimlerinin, gelişmelerinin belli evrelerinde, daha sonra yeni 
                sanat biçimlerince zorlamasız hedeflenen etkileri elde etmek için 
                büyük çaba harcadıklarına tanık olunur. Film geçerlik kazanmazdan 
                önce, Dadaistlerin çeşitli düzenlemelerle izleyicilerle aşılamayı 
                amaçladıkları devinimi sonradan bir Chaplin, doğal bir biçimde 
                yaratabilmiştir. Üçüncü olarak, çoğu kez belirgin olmayan, toplumsal 
                değişimler, alımlama, daha sonra yeni sanat biçiminin işine yarayacak 
                değişimlere yol. açarlar. Film kendi izlerçevresini oluşturmazdan 
                önce, panorama aracılığıyla (artık hareketsiz olmaktan çıkmış) 
                resimler, toplanan izleyicilere sunulmaktaydı. İzleyiciler, üstünde 
                stereoskoplar bulunan bir paravanın önünde yer alırlardı ve her 
                izleyiciye bir stereoskop düşerdi. Bu stereoskopların önünde otomatik 
                olarak beliren tek tek resimler, kısa süre kaldıktan sonra yerlerini 
                başkalarına bırakırlardı. Edison da (daha sinema perdesi ve projeksiyon 
                tekniği bulunmazdan önce), ilk film şeridini, gözlerini içinden 
                resimlerin hızla geçtiği aygıta diken, küçük bir izleyici kitlesine 
                sunduğunda benzer bir yöntemle çalışmak zorunda kalmıştı. –Şunu 
                da belirtmek gerekir ki, panorama bağlamında, gelişmeye ilişkin 
                son derece belirgin bir diyalektik dile gelmektedir. Film, izlemeyi 
                kolektif bir izlemeye dönüştürmezden kısa bir süre önce, bu çok 
                kısa sürede eskiyen kuruluşların stereoskopları önünde resimlerin 
                tek tek bireylerce izlenmesi, tıpkı bir zamanlar rakiplerin Tanrı 
                tasvirlerini hücrelerde tek başlarına izlemeleri kadar somut bir 
                konum kazanmıştı. 
              27) Bu derin 
                düşünmenin tanrı bilimsel ilk örneği, kendi Tanrısıyla yalnız 
                kalma bilincidir. Burjuvazinin parlak dönemlerinde kilisenin vesayetinden 
                kurtul.maya yönelik özgürlük bilinci, güç kaynağını bu bilinçte 
                bulmuştur. Aynı bilinç, çöküş dönemlerinde, toplum tekniğinin 
                Tanrıyla ilişkilerinde kullandığı güçleri toplumsal konularda 
                kullanmaktan kaçınma eğilimini göz önünde bulundurmak konumunda 
                kalmıştır. 
              28) Georges Duhamel: 
                Scènes de la vie future. 2e éd., Paris 1 930, s. 52. 
              29) 
                Sinema, günümüzde yaşayan insanların göğüslemek zorunda oldukları, 
                yoğunluğunu arttırmış yaşam tehlikesine uyan sanat biçimidir. 
                Kendilerini şok etkilerine açma gereksinimi, insanların kendilerine 
                yönelik tehlikelerle uyum sağlama biçimlerinden biridir. Sinema, 
                tam algılama aygıtının uğradığı köklü değişimlere uygun düşen 
                bir biçimdir -burada sözü edilen değişimler, bireysel yaşam ölçütünde 
                olmak üzere günümüz büyük kentinin trafiği içersinde her bireyin, 
                tarihsel ölçüt de içersinde olmak üzere, bugünün her vatandaşının 
                yaşadığı değişimlerdir. 
              30) Sinemadan, 
                Dadaizm için olduğu gibi, Kübizm ve Fütürizm için de önemli ipuçları 
                elde edebilmek olanaklıdır. Her iki akım da, aygıt yardımıyla 
                gerçekliğe inebilme konusunda yetersiz sanatsal girişimler niteliğinde 
                ortaya çıkmaktadır. Bu akımlar deneyleri sırasında, sinemadan 
                farklı olarak, aygıtı, gerçekliği sanatsal düzlemde betimlemek 
                için değil, fakat betimlenen gerçeklikle betimlenen aygıt arasında 
                bir tür kaynak işlemini gerçekleştirmek için kullanmaktadırlar. 
                Bu arada Kübizmde ağırlıklı rol oynayan nokta, optiği temel alan 
                bu aygıtın yapısına ilişkin sezidir; Fütürizmde ise, bu aygıtın 
                film şeridinin hızlı dönüşü sırasında geçerlik kazanan etkilerine 
                yönelik bir önsezi söz konusudur. 
              31) Duhamel, 
                1. c., s. 58. 
              32) Burada da, 
                özellikle propaganda açısından taşıdığı önem hiçbir zaman yeterince 
                anlatılamayacak haftalık haberler göz önünde tutulduğu takdirde, 
                teknik bir nokta önem kazanmaktadır. Kitlesel yeniden-üretime, 
                kitlelerin yeniden-üretimi özellikle uygun düşmektedir. Büyük 
                şenlik alaylarında, dev toplantılarda, spor türündeki kitlesel 
                gösterilerde ve savaşta -ki, bugün bunların hepsi de çekim aygıtına 
                açıktır- kitle kendi yüzüyle karşılaşmaktadır. Kapsamını ayrıca 
                vurgulamaya gerek duymadığımız bu olgu, yeniden-üretim ya da çekim 
                tekniğiyle çok yakından ilintilidir. Genelde kitlesel hareketler, 
                aygıta, bakışlara olduğundan çok daha açık ve seçik gözükür. Yüz 
                binlere ait kareler, en iyi kuşbakışı görülebilir. Her ne kadar 
                bu perspektif, insan gözüne de aygıta olduğu kadar açıksa da, 
                gözün kaptığı görüntüde bir büyütme, çekimdeki durumun tersine, 
                olanaklı değildir. Başka deyişle, kitlesel hareketler ve bu arada 
                savaş, insan davranışlarının aygıta özellikle uygun düşen bir 
                biçimini temsil etmektedirler. 
              33) cit. La Stampa 
                Torino. 
               
               
               
                 
                 
               
               
               |