TEKNİĞİN OLANAKLARIYLA YENİDEN ÜRETİLEBİLDİĞİ ÇAĞDA
SANAT YAPITI
|
X
Pirandello'nun anlatışıyla, oyuncunun aygıt önündeki
yabancılığı, insanın aynada kendi görüntüsü karşısında duyumsadığı
yabancılıkla aynı türdendir. Gelgelelim aynadaki görüntü artık
insandan ayrılabilir, taşınıp götürülebilir olmuştur. Peki nereye
götürülmektedir bu görüntü? izleyicinin önüne.(20)
Sinema oyuncusu, bunun bilincinde olmaktan bir an için bile kurtulamaz.
Sinema oyuncusu, aygıtın önünde dururken, hakkında yargıya varacak
son makamın izler çevre olduğunu bilir; bu, pazarı oluşturan alıcıların
yarattığı izler çevredir. Sanatçının yalnızca çalışma gücüyle
değil, ama teni ve saçlarıyla, yüreğiyle ve tüm benliğiyle kendini
adadığı bu pazar, sanatçı açısından, kendisi için öngörülen edimi
gerçekleştirme anında, fabrikada üretilen bir mal ne kadar uzaktaysa,
o ölçüde uzaktadır. Pirandello'ya göre, sanatçının aygıt önünde
kapıldığı tutuklukta bu olgunun da payı yok mudur? Sinema, atmosferin
(Aura) zayıflamasına, personality'yi stüdyonun dışında
yapay yoldan kurarak yanıt verir. Sinema alanındaki kapital tarafından
desteklenen star kültü, kişiliğin artık çoktandır ancak bu kişiliğin
mal karakteri içersinde varlığını sürdürebilen büyüsünü konserve
eder. Sinemadaki kapital ağırlığını koruduğu sürece, genelde bugünün
sinemasından beklenebilecek tek devrimci nitelikteki hizmet, sanata
ilişkin geleneksel tasarımlara yönelik devrimci bir eleştiriyi
gerçekleştirmektir. Günümüz sinemasının özel durumlarda bunun
da ötesine geçerek, toplumsal koşullara, dahası mülkiyet düzenine
yönelik bir eleştiriyi destekleyebileceğini yadsımıyoruz. Ancak
bu, ne bizim araştırmamızın, ne de Batı Avrupa'daki film üretiminin
ağırlık noktasını oluşturmaktadır. Hem sinemanın, hem de sporun
tekniği açısından ortak olan nokta, herkesin bu alanlarda sergilenen
edimleri yarı uzman niteliğiyle izlemesidir. Bu olguyu anlayabilmek
için, bisikletlerine dayanmış olarak bir bisiklet yarışının sonuçlarını
tartışan genç gazete satıcılarına bir kez kulak vermek, yeterlidir.
Gazete yayımcılarının kendi gazeteci çocukları için yarışmalar
düzenlemesi, boşuna değildir. Bu yarışmalar, katılanlarca büyük
ilgiyle karşılanır. Çünkü katılanın gazete satıcılığından bisiklet
yarışmacısına yükselme şansı vardır. İşte bunun gibi, haftalık
haberleri veren filmler de herkese, yoldan rasgele geçmekte olan
biriyken, figüranlığa yükselme şansını sağlar. Hatta bu kişi kimi
koşullarda –Wertoff’un Lenin Üzerine Üç Şarkı'sını yada
Ivens'in Borinage'ını anımsayalım- kendini bir sanat eserine dahil
edilmiş olarak da görebilir. Günümüzde yaşayan her insan, filme
çekilmesi yolunda bir istemde bulunabilir. Günümüz yazınının tarihsel
konumuna bir göz atmak, bu istemi belirgin kılmanın en iyi yoludur.
Yazın alanında yüzyıllar boyunca az sayıda yazarın karşısında
binlerce okur yer almıştı. Bu durumda geçen yüzyılın sonuna doğru
bir değişiklik oldu. Okur kitlesinin hizmetine sürekli olarak
yeni politik, dinsel, bilimsel, mesleki ve yöresel organlar sunan
basının kapsamının genişlemesiyle birlikte, okur kitlesinin gittikçe
daha büyüyen bölümleri de –önceleri yalnızca zaman zaman olmak
üzere- yazı yazanlar arasına katıldı. Bu, günlük basının okurlara
''Mektup Köşesi'' açmasıyla başladı; günümüzde ise çalışma süreci
içersinde yer alan bir Avrupalının herhangi bir yerde bir iş deneyimini,
bir yakınmasını, bir söyleşiyi ya da bunlara benzer şeyleri herhangi
bir yerde yayınlatma fırsatını bulamaması, ilke olarak hemen hiç
söz konusu değildir. Böylece yazar ile izler çevre arasındaki
ayrım, temel özyapısını yitirmeye yüz tutmuştur. Bu ayrıma dönüşmektedir.
Okur, her an bir yazara dönüşmeye hazırdır. Uç noktada ayrımlaşmış
bir çalışma süreci içersinde zorunlu olarak iyi kötü bir uzman
konumuna gelen okur -bu uzmanlığı önemsiz bir noktaya ilişkin
bulunsa bile-yazanlar kitlesine girme olanağını kazanabilmektedir.
Sovyetler Birliği'nde emeğin kendisi söz sahibi olmaktadır. Ve
bu emeğin söz aracılığıyla betimlenmesi, işin gerçekleştirilmesi
için gerekli yetinin bir bölümünü oluşturmaktadır. Yazınsal yeterlilik,
kaynağını artık uzmanlık eğitiminde değil, ama politeknik eğitimde
bulmakta, böylece de kamunun ortak varlığına dönüşmektedir.(21)
Bütün bunlar, sinemaya da rahatlıkla uygulanabilir; yazın alanında
yüzyıllar sürmüş değişimler, sinema alanında bir onyıl içersinde
gerçekleşmiştir. Çünkü sinemadaki uygulamada -özellikle de Rus
sinemasında- bu değişim, yer yer zaten tamamlanmıştır. Rus filmlerinde
karşılaşılan oyuncuların bir bölümü, bizim anladığımız gibi oyuncular
olmayıp, -birincil olarak çalışma süreçleri içersinde- kendilerini
betimleyen kişilerdir. Batı Avrupa'da sinemanın kapitalist sömürüsü,
günümüz insanının kendine yönelik çoğaltıma ilişkin haklı isteminin
göz önünde bulundurulmasını engellemektedir. Bu koşullar altında
sinema endüstrisi, yanılsamacı gösteriler ve anlamı bulanık kurgular
aracılığıyla kitlelerin katılımını sağlama konusunda her türlü
yarara sahiptir.
XI
Bir filmin, özellikle de bir sesli filmin çekimi,
daha önce hiçbir yerde ve hiçbir zaman düşünülmemiş bir görünüm
sergiler. Bu süreç içersinde, kamera, ışıklandırma mekanizması,
asistanlar vb. gibi filme doğrudan girmeyen öğelerin izleyicinin
bakış alanına girmeyeceği tek bir bakış açısının bile varlığı
söz konusu değildir. (Bunun olabilmesi için, izleyenin gözbebeğinin
ayarının kamera gözünün ayarına uyması gerekir.) İşte bu olgu,
öteki olgulardan çok daha ileri ölçüde olmak üzere, film stüdyosundaki
bir sahne ile sahnedeki bir sahne arasında varlığı düşünülebilecek
benzerlikleri yüzeysel ve önemsiz kılar. Tiyatroda ilke olarak,
oradan bakıldığında olup bitenlerin hemen yanılsama diye görülmeyeceği
bir nokta vardır. Sinemada çekilen sahne bağlamında ise böyle
bir nokta bulunmamaktadır. Filmin yanılsamacı doğası, ikincil
bir doğadır; montajın bir sonucudur. Bunun anlamı şudur: Film
stüdyosunda aygıt, gerçekliğe öylesine derinliğine girmiştir ki,
bu gerçekliğin aygıtın oluşturduğu yabancı cisimden özgür kılınmış,
arı görünümü, ancak özel bir yöntemin uygulanmasıyla, yani buna
göre ayarlanmış bir kamerayla yapılacak çekimle ve bunlarla aynı
türden başka çekimlerin montajda birleştirilmesiyle elde edilebilir.
Gerçekliğin aygıttan özgür kılınmış görünümü, burada gerçekliğin
düşünülebilecek en yapay görünümüne dönüşmüş, dolaysız gerçekliğin
görünümü ise teknik alanında ender bulunur bir çiçek olup çıkmıştır.
Tiyatrodakinden böylesine ayrılan olgu bağlamı, daha
aydınlatıcı nitelikteki olmak üzere, resim sanatı alanındaki olgu
bağlamıyla karşılaştırılabilir. Burada soracağımız soru şudur:
Kameraman ile ressamın karşılıklı konumları nedir? Bu soruyu yanıtlayabilmek
için, temelini cerrahi alanından bildiğimiz operatör kavramında
bulan bir yardımcı kurguya başvuracağız. Cerrah, karşı kutbunda
büyücünün yer aldığı bir kutbu simgeler.
Elini hastanın üstüne koyarak onu iyi eden büyücünün
tutumu, hastanın bedeninin içine müdahalede bulunan cerrahın tutumundan
farklıdır. Büyücü, kendisiyle tedavi gören arasındaki doğal uzaklığı
korur; daha kesin deyişle, bu uzaklığı bir yandan -elini koyarak-
önemsiz ölçüde azaltırken, öte yandan da -otoritesinin gücüyle-
çok arttırmış olur. Cerrahın davranışı ise bunun tersinedir: O,
söz konusu uzaklığı -hastanın içine girerek- çok azaltırken, elini
organların arasında gezdirirken gösterdiği özenle yine bu uzaklığı
biraz arttırmış olur. Özetle, operatör, büyücüden farklı olarak
(ki, bugünün pratisyen hekiminin de biraz büyücülük yanı vardır)
asıl önem taşıyan anda hastasına bir insan gözüyle değil, neşteriyle
açacağı bir gövde gözüyle bakar. Büyücü ile operatör arasındaki
ilişki, ressamla kameraman arasındaki ilişki gibidir. Ressam,
çalışması sırasında verili olgu ile kendisi arasında doğal bir
uzaklık bırakır, buna karşılık kameraman, olgunun dokusunun derinliklerine
girer.(22) Her
ikisinin oluşturdukları resimler, birbirinden çok ayrıdır. Ressamınki
bütünsel bir resimdir; kameramanınki ise parçalanmış bir resimdir
ve bu resmin parçaları yeni bir yasaya göre bir araya gelir. Böylece
gerçekliğin film yoluyla betimlenmesi, bugünün insanı, için başkalarıyla
karşılaştırılamayacak önemdedir, çünkü bu betimleme türü, insanın
sanat eserine yöneltmekte haklı olduğu bir istemi, gerçekliğin
aygıttan özgür görüntüsüne ilişkin istemi, özellikle aygıtla en
yoğun kaynaşma içersinde oluşundan ötürü, karşılayabilmektedir.
XII
Sanat eserinin tekniğin yardımıyla çoğaltılabilirliği,
kitlenin sanatla olan ilişkisini değiştirmektedir. Örneğin bir
Picasso karşısında son derece geri olan kitle, bir Chaplin karşısında
en ilerici tutumu takınabilmektedir. Bu arada ilerici tutumu belirleyen
nokta, bakmaktan ve yaşamaktan alınan zevkin bu tutum içersinde
uzmanca bir değerlendirmeyle dolaysız ve yoğun bir ilişki kurmasıdır.
Böyle bir ilişki, önemli bir toplumsal göstergedir. Çünkü bir
sanatın toplumsal açıdan taşıdığı önem azaldığı ölçüde, izleyici
kitlesi içersinde eleştirel tutum ile tat almaya yönelik tutum
arasında -resim sanatında açıkça görüldüğü gibi-, bir ayrılık
ortaya çıkar. Geleneksel olanın keyfİ hiçbir eleştiri yöneltilmeksizin
çıkarılırken, gerçekten yeni olan, itici bulunup eleştirilir.
Sinemada ise izleyicinin eleştirel tutumu ile tat alan tutum birbiriyle
örtüşür. Bu bağlamda asıl önem taşıyan nokta, şudur: Tek tek kişilerin
tepkileri -ki bunların toplamı, izleyicilerin kitlesel tepkisini
oluşturur-, hiçbir yerde sinemada olduğu kadar, daha başlangıçtan
bu kişilerin biraz sonra gerçekleştirecekleri kitleleşmeye bağımlı
değildir. Ve bu kişiler, kendilerini açığa vurarak yine kendilerini
denetlemiş olurlar. Resim sanatı ile yapılan karşılaştırmanın
yararı burada bitmemektedir. Tablo, ya tek bir kişi, ya da en
fazlasından birkaç kişi tarafından izlenmek gibi ayrıcalıklı bir
konuma sahipti. Ondokuzuncu Yüzyıl'da tabloların eşzamanlı olarak
büyük bir kitlece görülmeye başlanması, resim sanatındaki bunalımın
erken belirtilerinden biridir ve bu bunalım kesinlikle yalnızca
fotoğraftan kaynaklanmış olmayıp, fakat fotoğraftan görece bir
bağımsızlıkla, sanat eserinin kitle isteminden ötürü ortaya çıkmıştır.
Çünkü resim sanatı, eskiden bu yana mimarlık ve destan alanlarındaki,
günümüzde de sinemadaki durumun tersine, bir eşzamanlı toplumsal
alımlamanın konusu olmaya elverişli değildir.
Gerçi bu olgudan hemen resim sanatının toplumsal rolüne
ilişkin sonuçlar çıkarılamaz; fakat resim sanatının özel koşullardan
ötürü ve bir ölçüde doğasına aykırı olarak kitlelerle doğrudan
karşılaştığı yerde, bu olgu da önemli bir sınırlandırıcı öğe niteliğiyle
ağırlık kazanır Ortaçağın kiliseleriyle manastırlarında ve onsekizinci
yüzyılın sonlarına kadar da prenslik saraylarında tabloların toplu
alımlanışı eşzamanlı değil, fakat kademeli ve hiyerarşik bir düzen
içersinde gerçekleşirdi. Bu durumun değişmiş olması, resim sanatının,
resmin teknik yoldan çoğaltılabilirliği nedeniyle içine sürüklendiği
özel çatışkıyı dile getirmektedir. Ancak resimlerin galerilerde
ve salonlarda kitle önüne çıkarılmasına karşın, kitlelerin böyle
bir alımlamayı kendi kendilerine örgütlemelerini ve denetlemelerini
olanaklı kılacak bir yol yoktu.(23)
Bu nedenle tuhaf bir film karşısında ilerici bir tepki sergileyen
toplumun, gerçeküstücülük karşısında gerici bir topluma dönüşmesi,
kaçınılmaz olmaktadır.
NOTLAR
20) Sergileme
biçiminin burada saptanabilen ve yeniden-üretim tekniğinin aracılığıyla
gerçekleşen değişimi, kendini politika alanında da belli etmektedir.
Burjuva demokrasilerinin bugünkü bunalımı, iktidardakilerin sergilenmesi
açısından belirleyici olan koşulları da kapsamına almaktadır.
Demokrasiler iktidar sahibini kendi kişiliğiyle doğrudan ve temsilcilerin
önünde sergilerler. Parlamento, iktidar sahibinin izlerçevresidir!
Çekim aygıtında gerçekleştirilen ve konuşmacının konuşma sırasında
sınırsız kişi tarafından duyulmasını, ardından da yine sınırsız
kişi tarafından görülebilmesini olanaklı kılan yeniliklerle birlikte,
politikacının bu aygıtın karşısına geçmesi, birincil önem kazanmaktadır.
Parlamentolar, tiyatrolarla birlikte geri plana itilmektedir.
Radyo ve sinema, yalnızca profesyonel oyuncunun işlevini değiştirmekle
kalmamakta, fakat, iktidar sahiplerinin yaptıkları gibi, onların
önünde kendilerini oynayanların da işlevlerini değişime uğratmaktadırlar.
Bu değişimin yönü, çeşitli özgül görevleri saklı kalmak koşuluyla,
sinema oyuncusu ve iktidardakiler bağlamında aynıdır. Söz konusu
değişim, sınanabilir, dahası devralınabilir edimlerin belli koşullar
altında oluşturulmasını amaçlamaktadır. Bu durum, aygıtın önünde
yeni bir kaymak tabakasının oluşmasına yol açmakta, bu kaymak
tabakasından star ve diktatör, galip gelen kişiler olarak çıkmaktadırlar.
21) Söz konusu
tekniklerin öncelikli yapısı, yitip gitmemektedir. Aldous Huxley,
şöyle yazmaktadır: ''Teknik ilerlemeler...ilkelliğe yol açtı...tekniğin
yardımıyla yeniden üretilebilirlik ve rotatif, yazıların ve resimlerin
sınırsız sayıda çoğaltılabilmesini olanaklı kıldı. Genel okul
eğitimi ve görece olarak yüksek aylıklar, okuyabilen, dolayısıyla
da okuma ve resim malzemesi sağlayabilen çok büyük bir izlerçevre
yarattı. Bunları sağlayabilmek için önemli bir endüstri oluştu
ve yerleşti. Gelgelelim sanatsal yetenek, çok ender rastlanan
bir şeydir; ...bunun sonucu olarak, her zaman ve her yerde sanatsal
üretimin ağırlıklı bölümü düşük değer taşımıştır. Oysa bugün sanatsal
üretimin bütününde döküntü diye adlandırılabilecek olanların yüzde
oranı, bugün her zaman olduğundan daha büyüktür... Bu noktada,
aritmetik bir olguyla karşı karşıyayız. Geçen yüzyıl boyunca Batı
Avrupa'nın nüfusu, iki katının biraz üstünde arttı. Okuma ve resim
malzemesi ise tahminimce en az 1 'e 20 oranında, belki de 50,
dahası 100 oranında çoğaldı. X milyonluk bir nüfus, n sayısında
sanatsal yeteneğe sahipse, 2x milyonluk bir nüfusta sanatsal yetenek
sayısı 2n olacaktır. Şimdi durum, şöyle özetlenebilir: Bundan
100 yıl önce okuma ve resim malzemesi içeren bir basılı sayfa
yayımlanıyor idiyse eğer, bugün yirmi ya da belki yüz sayfa yayımlanmaktadır.
Öte yandan yüz yıl önceki bir okul eğitimi sayesinde, bundan önceki
zamanlarda kendilerini geliştirme olanağı bulamayacak, kabarık
sayıdaki gizli yeteneğin şimdi üretken olabileceklerini yadsımıyorum.
O halde... eskinin bir sanatsal yeteneğine karşılık günümüzde
üç ya da dört yeteneğin bulunduğunu varsayalım. Buna karşın, okuma
ve resim malzemesi tüketiminin, yetenekli yazarların ve ressamların
doğal üretimini çok geride bıraktığı gerçeği varlığını korumaktadır.
Durum, dinleme malzemesi bakımından da farklı değildir. Ekonomik
gelişme, gramofon ve radyo, dinlenecek malzeme tüketimi, nüfus
artışıyla ve yetenekli müzisyenlerin doğal yetişme oranıyla hiçbir
orantı içersine sokulamayacak bir izlerçevreyi yaratmıştır. Demek
ki ortaya çıkan sonuca göre, gerek mutlak, gerekse görece olarak,
bütün sanatlarda değer taşımayanların üretimi, eskiye oranla daha
çoktur; insanlar, şimdiki gibi, orantısız büyüklükte okuma, resim
ve dinleme malzemesi tüketimini sürdürdükçe, bu durum değişmeden
kalacaktır.'' (Aldous Huxley: Croisière d'hiver. Voyage en
Amérique Centrale, 1933, Traduction de Jules Castier. Paris
1935, s. 273-275.) Bu gözlemin ilerici olmadığı, açıkça bellidir.
22) Kameranın
gözüpek girişimleri, gerçekten de cerrahınkilerle karşılaştırılabilir.
Luc Durtain, özellikle Jestlere dayanan oyunlara ilişkin bir dizininde,
''cerrahi alanında bazı güç müdahalelerde gerekli olan'' yöntemleri
de sayar. ''örnek olarak Oto-Rhino Laryngoloji'den bir vaka seçiyorum...;
burada sözünü ettiğim, endonasal perspektif yöntemi; ya da aynada,
gırtlağın tersine görüntüsüne bakılarak, gırtlak cerrahisi aracılığıyla
gerçekleştirilen, akrobatik denebilecek müdahaleleri örnek gösterebilirim
veya saat yapımcılarının o çok incelik isteyen çalışmalarını anımsatan
kulak cerrahisinden söz edebilirim. insan bedenini onarmak ya
da kurtarmak isteyenden beklenen, en hassas türünden bir dizi
kas akrobasisi değil midir? Bu bağlamda, çelik neşter'in neredeyse
sıvı halindeki dokularla savaştığı katarakt ameliyatını ya da
laparotomiyi de düşünebilirim.'' (Luc Durtain: La technique
et l’homme: Vendredi, 13 mars" 1936, No. 19.)
23) Bu gözlem,
biraz acemice gelebilir; ama, büyük kuramcı Leonardo'nun gösterdiği
gibi, acemice gözlemler de kendi dönemleri açısından göz önünde
bulundurulabilirler. Leonardo, resim sanatı ile müzik arasında
karşılaştırma yaparken, şöyle der: ''Resim sanatının müzikten
üstün olmasının nedeni, zavallı müziğin tersine, hayat bulur bulmaz
ölmek zorunda olmamasıdır... Ortaya çıkar çıkmaz uçup giden müzik,
cilanın kullanılmasıyla sonsuzluğa kavuşan resim sanatının gerisinde
kalmaktadır.'' (Leonardo
da Vinci: Frammenti letterarii e filosofici, cilt. Fernand
Baldensperger: Le raffermissement des techniques dans la littérature
occidentale de 1840; Revue de Littérature Comparée, XV/I, Paris 1935, s. 79, Anm. I.)
|