|  
                     TEKNİĞİN OLANAKLARIYLA 
                      YENİDEN ÜRETİLEBİLDİĞİ ÇAĞDA SANAT YAPITI 
                   | 
                 
               
                
               
               
              IV 
              Sanat yapıtının 
                biriciklik niteliği ile, geleneğin bağlamı içersinde yerleşikliği 
                arasında özdeşlik bulunmaktadır. Bu gelenek ise alabildiğine canlı, 
                olağanüstü değişken bir şeydir. Örneğin antik bir Venüs heykelinin 
                Yunanlılar'ın bakış açısından yer aldığı bağlam ile ortaçağ din 
                adamlarının bakış açısından bulunduğu bağlam arasında fark vardı; 
                birinciler bu heykeli bir kült konusu yaparlarken, ikincilere 
                göre aynı heykel ilençli bir puttu. Ama gerek Yunanlılar'ın, gerekse 
                ortaçağ din adamlarının karşılaştıkları nitelik, aynı nitelikti, 
                başka deyişle yapının biricikliği, yani özel atmosferiydi. Sanat 
                yapıtının geleneğin bağlamına en eski yerleşme ortamı, kült ortamıdır. 
                Bilindiği gibi, en eski sanat yapıtları önce büyüsel, sonra da 
                dinsel nitelikli kutsal törenlerin hizmetinde kullanılmak üzere 
                oluşturulmuştur. Burada belirleyici olan nokta, sanat yapıtının 
                özel bir atmosfer taşıyan varoluşu ile törensel işlevi arasındaki 
                bağıntının hiçbir zaman bütünüyle kopmamasıdır.(7) 
                Başka deyişle, ''hakiki'' sanat yapıtının biriciklik değeri, temelini, 
                özgün ve ilk kullanım değerine de kaynaklık etmiş olan kutsal 
                törende bulur. Sözü edilen temel, ne denli dolaylı olursa olsun, 
                güzel'e hizmet edişin en dünyevi biçimlerinde bile dinden bağımsız 
                bir tören niteliğiyle belirgindir.(8) 
                Rönesans’la birlikte belirginleşen ve üç yüz yıl boyunca geçerliliğini 
                koruyan bu güzellik kültü, söz konusu sürenin ardından uğradığı 
                ilk ağır sarsıntı sırasında da temellerini açıkça sergilemiştir. 
                Gerçek bir devrim niteliğindeki ilk yeniden-üretim aracı olan 
                fotoğrafın (sosyalizmin başlangıcıyla eşzamanlı olarak) ortaya 
                çıkmasıyla birlikte sanat, aradan bir yüz yıl daha geçtikten sonra 
                artık varlığı tartışmasız olacak bunalımın yaklaştığını duyumsadığında, 
                sanata özgü bir tanrıbilim diye tanımlanabilecek ''sanat sanat 
                içindir'' öğretisiyle tepki göstermiştir. Daha sonra bu öğretiden, 
                bir tür ''arı'' sanat düşüncesinin örtüsüne sarılmış olarak, neredeyse 
                olumsuz diyebileceğimiz bir tanrıbilim kaynaklanmıştır; bu öğreti 
                yalnızca her türlü toplumsal işlevi değil, ama her türlü belirlemeyi 
                de nesnel bir suçlama ile reddeder. (Yazın alanında bu noktaya 
                ilk varan, Mallarme olmuştur.)  
              Bu bağlamlara 
                hakkını vermek, teknik yoldan yeniden-üretilebildiği çağda sanat 
                yapıtını konu alan bir gözlem için zorunludur. Çünkü bu bağlamlar, 
                bu noktada yön verici nitelik taşıyan saptamayı hazırlamaktadır: 
                Sanat yapıtının teknik yoldan yeniden-üretilebilirliği, dünya 
                tarihinde ilk kez yapıtı kutsal törenlerin asalağı olmaktan özgür 
                kılmaktadır. Yeniden-üretilen sanat yapıtı, gittikçe artan ölçüde, 
                yeniden-üretilebilirliği, hedefleyen bir sanat yapıtının yeniden-üretim'i 
                o1maktadır.(9) Örneğin 
                bir fotoğrafın negatifinden çok sayıda baskı yapılabilmektedir; 
                hangisinin özgün baskı olduğu sorusu bir anlam taşımamaktadır. 
                Gelgelelim sanatsal üretimde hakikilik ölçütünün iflasıyla birlikte, 
                sanatın toplumsal işlevi de bir bütün olarak köklü bir değişim 
                geçirmiştir. Sanatın kutsal törenden temellenmesinin yerini bir 
                başka uygulama, yani sanatın politika temeline oturtulması almıştır. 
              V 
              Sanat yapıtlarının 
                alımlanması değişik vurgularla gerçekleşir; bunlar arasında iki 
                üç nokta, belirgindir. Bu vurgulardan biri sanat yapıtının kült 
                değeri, öteki ise sergileme değerinde odaklaşıR.(10) 
                (11) Sanatsal 
                üretim, ''kült''ün hizmetindeki oluşumlarla başlar. Bu oluşumların 
                asıl önemli yanının görülmeleri değil, ama varlıkları olduğu varsayılabilir. 
                Taş devri insanının mağarasının duvarlarına çizdiği geyik, bir 
                büyü aracıdır. Resmi yapan her ne kadar onu hemcinslerine sergilemiş 
                olursa da, resim aslında ruhlar için düşünülmüştür. Bu yapısıyla 
                kült değeri, günümüzde görünüşe bakılırsa sanat yapıtının gizli 
                tutulmasını neredeyse zorunlu kılmaktadır: belli tanrı heykellerini 
                ancak hücresindeki rahip görebilir; bazı Madonna resimleri hemen 
                bütün bir yıl boyunca örtülü kalmaktadır; ortaçağ katedrallerindeki 
                belli heykeller giriş katındaki ziyaretçi tarafından görülememektedir. 
                Tek tek sanatsal uygulamaların törenlerin kucağından bağımsızlaşmasıyla 
                birlikte, bu uygulamaların ürünlerinin sergilenme olanakları da 
                artmaktadır. İstendiği yere gönderilebilecek bir portre büstünün 
                sergilenmesi, tapınağın içinde sabit bir yeri bulunan bir tanrı 
                heykelinin sergilenmesinden daha kolaydır. Bir tablonun sergilenebilirliği 
                de kendisinden önce gelmiş olan mozayik ya da freskten daha çoktur. 
                Ve bir missa'nın sergilenebilirliği aslında bir senfonininkinden 
                geri kalmamakla birlikte, senfoni, sergilenebilirliği missa'nınkine 
                oranla daha çok gelecek vaat eden bir dönemde ortaya çıktı. Sanat 
                yapıtının teknik yoldan yeniden-üretiminin çeşitli yöntemleriyle 
                birlikte, sergilenebilirliği de o denli dev boyutlar kazanmıştır 
                ki, yukarda sözü edilen iki uç nokta arasındaki nicel kayma, tıpkı 
                en eski zamanlarda olduğu gibi, sanat yapıtının doğasının nitel 
                değişimine dönüşmektedir. En eski zamanlarda sanat yapıtının, 
                kült değeri üzerinde toplanan mutlak ağırlık noktası nedeniyle 
                birinci planda bir büyü aracı olması ve sanat yapıtı niteliğinin 
                ancak geç sayılabilecek bir dönemde tanınması gibi, bugünkü sergilenme 
                değerinde odaklaşan mutlak ağırlık noktası, sanat yapıtını bütünüyle 
                yeni işlevleri bulunan bir oluşuma dönüştürmektedir; bunların 
                içinden bilincinde olduğumuz, yani sanatsal işlev, günümüzde, 
                yarın belki de ikincil sayılabilecek bir işlev niteliğiyle belirginleşmektedir.(12) 
                Ancak fotoğraf ve filmin günümüzde sözü edilen işlevin en kullanışlı 
                araçlarını oluşturdukları kesindir.  
              VI 
              Fotoğraf alanında 
                sergileme değeri, kült değerini bütünüyle geri plana itmeye koyulmuştur. 
                Ancak kült değeri geri çekilirken belli bir direnişte de bulunmaktadır. 
                Son bir sipere daha girmektedir; bu siper, insan yüzüdür. Fotoğrafın 
                erken döneminde portrenin odak noktası oluşturması kesinlikle 
                rastlantı değildir. Uzaktaki ya da ölmüş sevilenlerinanılarının 
                canlı tutulması çabası, resmin kült değeri için son sığınaktır. 
                Atmosfer (Aura) diye adlandırılan öğe, eski fotoğraflarda, bir 
                insan yüzünün gelip geçici ifadesinden bizlere son kez el sallamaktadır. 
                Bu fotoğraflara hüzün dolu, eşsiz güzelliklerini kazandıran da 
                zaten budur. Ama insan fotoğraftan çekildiği anda, sergilenme 
                değeri ilk kez kült değerinin önüne geçmiştir. 1900 yıllarında 
                Paris caddelerinin resmini, insana yer vermeyen bakış açılarından 
                çeken Atget'nin olağanüstü önemi, bu olgunun hakkını vermiş olmasından 
                kaynaklanır. Atget'nin bu caddelerin resmini, sanki oraları bir 
                suç mahalliymiş gibi çektiği, çok haklı olarak söylenmiştir. Çünkü 
                suç mahalli de insansızdır. Çekim, ipuçlarından ötürü gerçekleştirilir. 
                Atget'de fotoğraf çekimleri, tarihsel süreç içersinde kanıtlara 
                dönüşmeye başlar. Bu resimlerin gizli politik önemi de bu noktadan 
                kaynaklanır. Bu fotoğraflar artık belli doğrultuda bir alımlamayı, 
                yaklaşımı gereksinirler. Özgürce kanat çırpan bir derin düşüncelere 
                dalma eylemi, onlara uygun düşmez. Bu fotoğraflar, izleyiciyi 
                tedirgin eder; izleyici, onlara uzanan belli bir yolu aramak zorunluluğunu 
                duyumsar. Bununla eşzamanlı olarak resimli gazeteler, izleyiciye 
                yol göstericilik yapmaya başlarlar. Gösterilen yolların doğruluğu 
                ve yanlışlığı birbirini dengeler. Gazetelerde altyazılar, ilk 
                kez zorunlu olmuştur. Ve bu alt yazıların, bir tabloya konan addan 
                çok farklı karakterde olduğu da açıktır. Resimli dergilerdeki 
                resimlere bakan izleyicinin altyazılar aracılığıyla aldığı direktifler, 
                kısa süre sonra sinema filmlerinde daha kesin ve buyurgan bir 
                nitelik kazanır; sinema filminde tek tek her resmin anlamının 
                kavranma biçimi, önceki resimlerin oluşturduğu zincir tarafından 
                saptanmış gibidir.  
              
               
               
              NOTLAR 
              7) 
                Aura'nın "bir uzaklığın, ne denli yakında bulunursa bulunsun, 
                bir defaya özgü görünüşü'' diye tanımlanması, sanat eserinin kült 
                değerinin uzamsal-zamansal anlatımından başka bir şey değildir. 
                Uzak, yakının karşıtıdır. Asıl uzak ise, yaklaşılamaz olan'dır. 
                Gerçekte yaklaşılamazlık, kült imgesinin temel bir niteliğidir. 
                Kült imgesi, doğası gereği "ne denli yakında bulunursa bulunsun, 
                uzak'' kalır. İnsanın kendi malzemesi aracılığıyla elde edebileceği 
                yakınlık, imgenin görünüşünün ardından da koruduğu uzaklığı kesintiye 
                uğratmaz. 
              8) 
                Resmin kült değeri laikleştiği ölçüde, onun biricikliğinin temeline 
                ilişkin tasarımlar belirsizleşir. Kült imgesine egemen olan görüşün 
                biricikliği, hep resmi yapanın deneysel nitelikteki biricikliği 
                ya da onun ediminin, alımlayanın tarafındaki biricikliği tarafından 
                geri plana itilir. Elbet bu, hiçbir zaman hiç kalıntı bırakmaksızın 
                gerçekleşmez; hakikilik kavramı, her zaman otantiklik atfının 
                ötesine geçmeyi sürdürür. (Bu, özellikle açık bir biçimde koleksiyoncunun 
                konumunda belirginleşir; koleksiyoncu, hep biraz fetişe hizmet 
                eder konumdadır ve sanat eserine sahip olmakla, onun kült gücüne 
                katkıda bulunur.) Otantik kavramının işlevi, bundan etkilenmeksizin, 
                sanatta görme biçimi açısından kesinliği korur; sanatın laikleşmesiyle 
                birlikte otantiklik, kült değerinin yerini alır. 
              9) 
                Sinema eserlerinde ürünün teknik yoldan yeniden-üretilebilirliği, 
                örneğin edebiyat ya da resim sanatı alanlarındaki eserlerin tersine, 
                bu ürünlerin kitlesel yayılımı açısından dışardan eklenen bir 
                koşul niteliğinde değildir. Sinema eserlerinin teknik yoldan yeniden-üretilebilirliği, 
                doğrudan bunların üretim tekniğinden kaynaklanır. Sözü edilen 
                teknik, sinema eserlerinin kitlesel yayılımını en dolaysız yoldan 
                sağlamakla kalmayıp, böyle bir yayılımı neredeyse zorla gerçekleştirir. 
                Bu zorlamanın nedeni, bir filmin yapımının çok pahalı olmasıdır; 
                öyle ki, örneğin bir tablo satın alabilen kişinin gücü, bir filme 
                yetmez. 1927'de yapılan hesaplara göre, büyükçe bir filmin kazanç 
                sağlayabilmesi, milyonlarca izleyiciye ulaşabilmesine bağlıdır. 
                Ancak sesli filmle birlikte bu alanda geçici bir gerileme görülmüş, 
                izleyici açısından ortaya dile ilişkin sınırlamalar çıkmış, bu 
                durum, ulusal yararların faşizm tarafından vurgulanmasıyla eşzamanlı 
                olarak gerçekleşmiştir. Fakat senkronizasyonla etkisini biraz 
                yitiren bu gerilemeye saptamaktan daha önemli olan nokta, bu gerilemenin 
                faşizmle olan ilişkisini göz önünde bulundurmaktır. İki olgunun 
                eşzamanlılığı, ekonomik bunalımdan kaynaklanmaktadır. Genelde 
                var olan mülkiyet ilişkilerinin açıkça kaba güç kullanılarak korunması 
                girişimine yol açan aksaklıklar, bunalımın tehdidi altındaki sinema 
                kapitalini de sesli film konusundaki ön çalışmaları yapmaya zorlamıştır. 
                Daha sonra sesli filme geçilmesi, geçici bir rahatlık getirmiştir. 
                Bunun nedeni, yalnızca sesli filmin kitleleri yeniden sinemalara 
                çekmesi değil, fakat aynı zamanda elektrik endüstrisi alanındaki 
                yeni sermayelerle sinema alanındaki sermaye arasında bir dayanışma 
                sağlamasıdır. Böylece sesli film, dışardan bakıldığında ulusal 
                yararları desteklerken, gerçekte film üretimine eskiden olduğundan 
                daha ileri ölçüde uluslararası karakter kazandırmıştır.  
              10) 
                Bu karşıtlık, idealizmin, söz konusu karşıtlığı bir bütün olarak 
                alan (dolayısıyla bu bağlamda ayrımlaşmayı dışlayan) güzellik 
                kavramının egemenliğindeki estetiğinde geçerlik kazanamaz. Yine 
                de söz konusu karşıtlık, Hegel'de, idealizmin sınırları içersinde 
                olabileceği ölçüde belirgindir. Tarih Felsefesi Üzerine Dersler'de 
                bu konuda şöyle denmektedir: ''Resimler, uzun zamandan beri vardı; 
                Din, ibadet sırasında kullanmak için resimleri gereksinmişti, 
                ama güzel resme gereksinimi yoktu, dahası, güzel resimler, din 
                açısından rahatsız ediciydi. Güzel resimde dışsal bir yan da vardır; 
                fakat resim güzel olduğu ölçüde, İnsana ruhuyla da seslenir; buna 
                karşılık İbadet çerçevesinde bir nesne ile kurulan ilişki önem 
                taşır, çünkü İbadetin kendisi, İnsan ruhunun tinden yoksun bir 
                körelmesinden başka bir şey değildir... Sanatın salt ilke açısından 
                bile kilisenin dışına çıkmış olmasına karşın... güzel sanatlar 
                kilisede doğmuştur.'' (Georg Wilhelm Friedrich Hegel: Werke. Vollstaendige 
                Ausgabe durch einen Verein von Freunden des Verewigten. Bd. 9: 
                Vorlesungen über die Philosophie der Geschichte. Hrsg. Von 
                Eduard Gans. Berlin 1837, s.414.) Estetik Üzerine Dersler'deki 
                (Vorlesungen über die Aesthetik) bir yerden de, Hegel'in 
                burada bir sorunun varlığı mı sezdiği anlaşılmaktadır. Sözü edilen 
                yerde şöyle denmektedir: “Artık sanat eserlerini kutsal varlıklarmışçasına 
                görmenin ve onlara tapmanın ötesine geçmiş bulunmaktayız; sanat 
                eserlerinin yarattığı etki, daha çok düşünsel düzeydedir ve daha 
                yüksek düzeyde bir ölçütü gerektirir.” (Hegel, 1. c. Bd 
                10: Vorlesungen über die Aesthetik. Hrsg. von H. G. Hotho. 
                Bd. 1. Berlin 1835, s. 14.) 
              11) Sanatsal 
                alımlamanın ilk türünden ikinciye geçiş, sanatsal alımlamanın 
                tarihsel akışını bir bütün olarak belirler. Bunun dışında, birbirine 
                karşıt iki alımlama arasında belli dalgalanmalar, tek tek her 
                sanat eseri için kanıtlanabilir. Örneğin Sistina Madonnası'nda 
                durum böyledir. Hubert Grimme'nin araştırmasından bu yana, Sistina 
                Madonnası'nın başlangıçta sergilenme amacıyla yapılmış olduğu 
                bilinmektedir. Grimme, araştırmalarına şu soru yüzünden başlamıştır: 
                Resmin ön düzleminden, iki Putta'nın dayandıkları tahta pervazla 
                ne amaçlanmıştır? Grimme, ardından şu soruyu da sormuştur: Raffaello 
                gibi bir ressam, neden gökyüzüne iki perde yerleştirme gereğini 
                duymuştur? Araştırma sonucu, Sistina Madonnası'nın, Papa Sixtus'un 
                katafalkı için ısmarlandığı anlaşılmıştır. Papalar, San Pietro 
                Katedrali'nin belli bir şapelinde katafalka konmaktaydı. Papa 
                Sixtus'un katafalkı düzenlenirken, söz konusu şapelin girinti 
                biçimindeki arka düzleminde, tabutun üstüne Raffaello'nun yaptığı 
                resim yerleştirilmişti. Raffaello bu resimde, bulutların üstündeki 
                Madonna'nın, arka düzlemde.. yeşil perdelerle sınırlanan girintiden 
                papanın tabutuna yaklaşmasını betimlemiştir. Papa Sixtus için 
                düzenlenen cenaze töreninde, Raffaello'nun resmi, sergilenme değeri 
                bakımından olağanüstü bir düzeye ulaşmıştır. Bundan bir süre sonra 
                resim, Piacenza'daki kara rahiplerin manastır kiliselerinin altarına 
                yerleştirilmiştir. Bu sürgünün nedeni, Roma'da geçerli dini tören 
                kurallarından kaynaklanmaktadır. Bu kurallar, cenazelerde sergilenen 
                resimlerin altarlara yerleştirilmesini yasaklamaktadır. Rafaello'nun 
                resmi, bu sınırlama nedeniyle belli ölçüde değerinden yitirmiş 
                oluyordu. Papalık, bu duruma karşın yine de resmin karşılığında 
                uygun bir fiyat elde edebilmek için, resmin altara yerleştirilmesine 
                ses çıkarmamayı uygun bulmuştu. Gürültü koparmamak için ise resmin 
                ücra bir taşra kilisesine gönderilmesine karar verilmişti. 
              12) 
                Brecht, farklı bir düzlemde benzer düşüncelere yer verir: ''Eğer 
                sanat eseri mala dönüştüğünde, sanat eseri kavramı artık bu nesne 
                için kullanılamayacaksa, o zaman, bu nesnenin işlevini de tasfiye 
                etmek istemiyorsak, dikkatle, fakat korkmaksızın sanat eseri kavramını 
                bir yana bırakmamız gerekir; çünkü söz konusu nesne, ardında herhangi 
                bir anlam gizlemeksizin, bu evrenden geçmek zorundadır; burada 
                söz konusu olan, doğru yoldan hiçbir yükümlülük getirmeyen bir 
                ayrılma değildir, zira burada olacaklar, nesneyi temelinden değiştirecek, 
                geçmişini de silecektir; o ölçüde ki, eski kavrama yeniden dönüldüğünde 
                -ve dönülecektir de, neden olmasın?- artık bu kavram, bir zamanlar 
                göstermiş olduğu nesneye ilişkin hiçbir anının canlanmasına yol 
                açmayacaktır.'' Bertolt Brecht: Versuche 8-10 (Heft) 3. 
                Berlin 1931, s. 30WI302; ''Der Dreigroscnenprozess''.) 
                
               
               
               
                 
                 
               
               
               |